Prof. Dr. Celalettin Yavuz Güvenlik Politikaları Uzmanı, 28 Mayıs 2024
Önceki bölümde Türk’ün savaşçılığı ve kahramanlığı gibi özellikleri üzerinde duruldu. Bugün Türklerin tek tanrılı olmalarının gerekçesi, şefkati ve diğer dinlere karşı hoşgörüsü ele alındı.
Türklerin Tek Tanrılı Olması
Türklerin İslamiyet’ten önceki dönemde tek tanrılı olmalarının en önemli sebebi Merhum Prof. Dr. Bahaddin Ögel’den alıntılara göre, atla dolu olan günlük yaşamları idi. Zira, Türkler yere, yalnızca atlarının ayakları ile bağlı olup, kendilerini “yağız yer ile masmavi gök arasında asılmış ve boşlukta yürür gibi” düşünürlerdi. Başı gökte olan Türk’ün zihnini yoran ve kalbini dolduran tek şey üzerini kaplayan sonsuz mavilikti. Bu sonsuz gök kubbenin rengi ve tek kubbesi, onun düşüncelerini de birleştiren ve tek amaca yönelten önemli bir sebepti. Tıpkı ailesini, kendi başkanlığında toplayan kubbeli otağı ve evi gibi idi. Nasıl ki otağın altında bir aile reisi, gök kubbenin altında da bir Türk kağanı vardı, o halde bu sonsuz ve mavi kubbenin, onun üstünde dolaşan güneş, ay ve yıldızların da bir sahibi ve hakanı olmalıydı. Her şeyi yaratmış ve yaratıklara da yaşasınlar diye yerleri ve suları bahşetmişti. Bu düşünce yapısı nedeniyledir ki, Türkler daha çok erken çağlarda “tek Tanrıya” inanmışlardı.
Türklerin Şefkati ve Diğer Dinler Yaklaşımları
Savaşçılığı ve kahramanlığı yanında şefkat ve insani duygularla da dolu olan Türkler için bir “Hıristiyan” yazar şöyle yazmaktadır: Birinci Haçlı Seferi sırasında kuşatılan şehir ele geçirildiğinde katliam korkunçtur. Mağlupların kanları sokaklarda su gibi akar. Süvariler geçerken etrafa kan sıçratırlar. Buna karşılık, İkinci haçlı Seferi’nde bozguna uğrayan Haçlı askerlerinin; “perişan haline acıyan Türkler onlara yiyecek verir, yaralarını tedavi ederler. Böylesine müthiş savaşan bu insanların, Haçlıların kavrayamadığı merhamet, onları şaşkına çevirir. Üç bin Haçlı askeri Müslüman olur. Haçlı kaynakları bu olaydan, ‘Ey hıyanetten daha zalim olan merhamet’ ve ‘Türkler iyilikleri ile dinimizi satın aldılar!’ diye bahsederler.
Türk’ün yüksek insani ve adalet özelliklerini Atatürk de şöyle açıklar: “Hiçbir millet, milletimizden ziyade yabancı unsurların itikat ve adetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki diğer din sahiplerinin dinine ve milliyetine riayetkar olan yegane millet bizim milletimizdir.”
Fatih İstanbul’da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patrik’i, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Katagigosu gibi Hıristiyan din reislerine imtiyaz ve serbestlik verildi. Türkiye’deki Hıristiyan, Yahudi ve diğer dinlere mensup toplumları birer “azınlık” olarak görme yanlışlığının Lozan Konferansı ile gündeme geldiği iddia edilir. Avrupalı milletler arasındaki ayırım konusu aynen şöyle açıklanmaktadır:
“…Batı Avrupa insanları yabancı sevmez. Kabile toplumları birbirlerini keserler, yerler. Sezar’ın Galya Savaşlarından beri bunun örnekleri çoktur. Kabileler birbirlerini yerler, başka kabileleri yardıma çağırırlar, o yardıma çağırdıkları kabileler de yardım ettiklerini yemeğe başlarlar bir müddet sonra. Bunun örnekleri çoktur ve toplumun içine, aşağı yukarı Orta Çağlarda yabancı bir unsur girmiştir; Yahudi. Hazmedememişlerdir. Yani, Hıristiyanlığın Yahudileri lanetlemesi diye bir olay vardır İznik Konsülünde. Lanetleme! Dikkat edin, karar değil, lanetleme. Karar düzeltilir, lanetleme kalır. Bu lanetleme kararına rağmen, Doğudaki Hıristiyanlarla Yahudilerin arasında o kadar büyük itişme olmadığı halde, Batıda nedense buna çok uyulmuştur ve sık sık pogromlar, Yahudi öldürmeler, hakaretler, gettolar-mesela getto yoktur doğuda-ortaya çıkmıştır.”
Buna karşılık Osmanlı toplumunun, Osmanlı Devleti’nin bulunduğu cemiyetin Orta Doğu’da yer aldığı, burada mevcut tarihi mirasın firavunlar döneminden beri süre geldiği, bu bölgede kurulan imparatorlukların hepsinin daima başka dinlerden ve dillerden geldikleri halde, bölge insanlarını yönetmeye alışmış oldukları, ifade edilmektedir.
Not: Yazı dizisine “Türk Kimliği Üzerine-9” ile devam edilecektir.