WOTTV E-DERGİ
DOLAR 33,9963 -0.22%
EURO 38,0359 0.31%
ALTIN 2.830,541,00
BITCOIN 21587826,16%
Adalet Sistemi ve Cezaların Caydırıcılığına Dair

Adalet Sistemi ve Cezaların Caydırıcılığına Dair

21 Haziran 2024 13:44
Adalet Sistemi ve Cezaların Caydırıcılığına Dair
0

BEĞENDİM

Fatih ÜNLÜ – 21 Haziran 2024

Kurban Bayramımız mübarek olsun. Rabbimiz bu güzel günleri her birimize ve bütün İslam alemine ve dünyaya hayır vesilesi kılsın.

Ülkemizin acil olarak el atılması gereken sorun alanları var. Bu alanlardan birisi de adalet sistemimiz. Etkin bir adalet sisteminin toplum üzerinde neredeyse sayısız olumlu etkisi vardır. İyi bir adalet sistemiyle:

1- Suça meyilli olanlar hızlı ve etkili cezalardan çekinecekleri için suçlar azalır.

2- Suçlardan dolayı mağdur olanlar adaletin yerini bulduğunu görecekleri için intikam duygusu ve  topluma güvensizlik gibi yıpratıcı haller ortaya çıkmaz.

3- Toplum emniyet ve huzur içinde bir hayat sürebilir.

Adalet sistemi tüm bunları  başarabiliyorsa iyi işliyordur ama başaramıyorsa orada bir sorun vardır, diyebiliriz.

Burada şunu da belirtmeden geçmeyelim: Toplumun huzuru açısından her şeyi hukuktan beklemek şüphesiz yanlış olur. Fakat içtimai huzuru ve toplumdaki emniyet  duygusunu zedeleyen muhtelif suçlara karşı kısa vadede en etkili yöntemler asayişi kontrol ile ölçülü ve zamanlı cezalardır. Orta ve uzun vadede de eğitimli,  iyi ahlaklı,  diğergâm ve iç huzura ve güzel bir hayat için gerekli maddi manevi donanım ve imkânlara sahip iyi insanlar yetiştirebilmek kritik hale gelir.

Bu giriş ışığında “Adalet sistemimizin durumu nedir, bu kriterleri karşılayabiliyor mu?” sorusuna bir cevap arayacak olursak, burada ilk bakmamız gereken elbette kamuoyunun genel kanaatidir. Çünkü işin asli muhatabı kamuoyudur.

Son dönemde yapılan anketler kamuoyumuzda adalet sistemine olan güvenin azaldığına işaret ediyor. ASAL Araştırma’nın Nisan ayında Türkiye genelinde 26 ilde yaptığı ankette “Türkiye’deki adalet sistemine güveniyor musunuz? sorusuna yüzde 24,5 evet, yüzde 67,7 hayır cevabı verilmiş. Çok ciddi bir fark.

Bu gibi anketlerin daha detaylı olarak kamu kurumları tarafından da yaptırılması gerekir ki sorun alanları ve güvensizlik oluşturan noktalar tespit edilip önlem alınabilsin.

Son dönemde suç haberlerine yapılan okuyucu yorumlarına da bakıldığında, toplumun birçok kesiminde özellikle cezaların  caydırıcılığına ilişkin çok ciddi soru işaretlerinin oluştuğu görülüyor.

Biz de bu yazımızda detaylı bir analizden ziyade adalet sistemimizin geneline ve cezaların caydırıcılığına dair bazı tespitlerde bulunmaya  çalışacağız.

Adalet  ve ceza sistemimizde geçmişte de çok ciddi sorunlar vardı elbette, Üstad Necip Fazıl’ın  hapishanelerle ilgili şu tespiti de buna bir delil sayılabilir.

“Bizde hapishane, hiç bir suçun ıstırap ve intibah yatağı değil, her suçun tam teşekkül ve tekemmül akademisidir. O bir yılanlı kuyudur ve bekçileri, içine değil yalnız kapağına hâkimdir. Herkesi, her nevi insanı, kuyunun kapağını aralayıp buraya atarlar. Atılan, ister tırtıl veya solucan olsun… Ya kuyunun dibinde yılanlaşacak, yahut yılanlara gıda olacaktır.”

O devirle kıyaslandığında çok yol kat etmişiz elbette ama son dönemdeki  caydırıcılık sorunu ve güvensizlik de ihmal edilebilecek hususlar değil. Neden böyle bir intiba oluşuyor? Bunun birçok sebebi var: Bunlardan birisi de insanları kasten yaralayan kimselerin dahi çoğu zaman adli kontrol şartıyla serbestçe muhakeme edilmeleri ve ceza aldıklarında da -çeşitli indirimlerden sonra- fiili olarak çektikleri cezanın caydırıcı olmaması.

Oysa değil bir insanı yaralama, onu darp etmenin ve ağır hakarette bulunmanın bile ciddi bir suç sayılması ve bir bedeli olması lazım ki insanlar şiddeti ve hakareti bir çözüm yolu olarak görmesinler.

Adalet sisteminin daha etkin hale gelmesi noktasında Adalet Bakanlığımızın birçok çalışma yaptığı biliniyor.  Yasalaşma sürecinde olan düzenlemeler de var.  Bu konuda düşünen, kafa yoran uzmanlarımız da var.  Biz de bu konuda ipucu olabilir düşüncesiyle birkaç noktayı vurgulamak istiyoruz -ki belki çorbada bir tuz, bir çeşni olur.

Adalet sisteminin etkin işlemesi temel, özümsenmiş ve yaşayan kavramlardan geçiyor. Bu kavramların başında da samimiyet, emanet şuuru ve adaletin tahakkuku için ince düşünme ve insan dehasından azami yararlanma geliyor.

Bu hususlar her alan için geçerli olabilecek prensipler elbette ama bunlar özellikle hakkın keskin bir şekilde tezahür ettiği hukuk alanı için çok çok önemli.

Kendisi veya bir yakını bir saldırıda yaralanmış bir kimsenin davası adalet sistemine intikal ettiği anda, artık konuyla ilgili hakim, savcı ve diğer yetkililerin  bu davayı bir emanet gibi görmeleri icap ediyor. O saldırı sanki kendilerine veya çocuklarına yapılmış gibi -ama olayı şahsileştirmeden- davayı hızla adil ve suçluyu caydırıcı bir sonuca ulaştırmaları gerekiyor. Bunun bir yönü şahsiyetle ilgili elbette -ki hukukçular diğergâm tabiatlı olunca bu durum daha kolay tezahür ediyor- ama sistem o şekilde kurgulandıysa, işleyiş iyi kontrol edildiğinde de emanetin hakkı verilebiliyor.

Aşağıda ana hatlarıyla anlatacağım kıssa bir hakimin ince düşünüp doğru karar verebilmesinin ne kadar önemli olduğuna işaret ediyor. Kıssa deyip geçmemek lazım, birebir aynı olmasa da günümüzde de benzer nice olaylar yaşanabiliyor. -Yanlış olmasın- Mesnevi’de okuduğum kıssamız şöyle:

Bir kişi çok ağır bir hastalık şikayetiyle doktora gider. Doktor hastayı muayene eder ve adamın aşırı derecede zayıf olduğunu görünce, ona şu tavsiyede bulunur:  “Git istediğini ye, iç, dilediğini yap!” Fakat hasta doktorun “Dilediğini yap!” tavsiyesini yanlış anlar ve gezinirken ileride Dicle kıyısında istirahat eden bir adamın ensesi dikkatini çekince, kendince doktorun “Dilediğini yap!” tavsiyesine uyarak gider ve adamın ensesine kemikli elleriyle şiddetli bir tokat patlatır. 

Canı çok yanan adam da hiddetle döner ama bakar ki adam çok zayıf, ona vurmaya kıyamaz. Fakat “Ben sana vurmayacağım ama seni dava edeceğim ki bir daha böyle bir muzırlık yapmayasın.” diyerek onu mahkemeye götürür.

Kadı da olayı dinler ama ya yapılan yanlışın vehametini anlayamaz ya da adamın zayıflığına acır, ona ceza olarak sadece o dönem için cüz’i bir meblağ -diyelim üç dinar- para cezası verir. Ensesine o şiddetli tokadı yiyen davacı kadıya itiraz eder ama nafile, kararı değiştiremez.

Adam da cebinden  üç dinarı çıkararak öder ve mahkemeden çıkarken bu kez de Kadı efendinin ensesi dikkatini çeker. Bu daha parlak, nasılsa ciddi bir cezası da yok  diyerek yavaşça kadıya yaklaşır ve onun ensesine de şiddetli bir tokat patlatır.

Canı çok yanan kadı neye uğradığını şaşırmıştır. Adam kadının bir şey demesine fırsat vermeden elinde hazırladığı üç dinarı kadıya uzatır. “Cezasını buyurun Kadı efendi!” der.

Kadı biraz önceki yüzeysel hükmünden dolayı pişman olmuştur ama  iş işten de geçmiştir, gafil avlanan kadı o an adama birşey diyemez. Ama bu olaydan herhalde önemli bir ders de çıkarmıştır. 

Oysa kadı bidayette – başlangıçta, “Ben kendim nehir kıyısında güzel güzel dinlenirken birisi gelip enseme şiddetli bir tokat patlatsa ne hissederdim?” diye düşünse ihtimal ki bu zayıf adamı üzmeyecek ama onu bu ölçüsüz yanlışından da caydıracak daha ciddi bir ceza verebilirdi. Üstelik tokadı yiyen kimse insaflı birisi olduğu için zayıflığından dolayı adama dönüp de vurmamış ve bir daha böyle bir muzırlık yapmasın diye onu mahkemeye getirmiştir.  Yani  mahkemeye güvenmiştir.

Kıssamızda kadı yanlışının cezasını hemen görüyor. Ama gerçek hayatta bazen yanlışların bedeli sonradan ya vicdan azabı ya da Ahirette ağır bir kul hakkı olarak insanın karşısına çıkabiliyor ki bunlar da kişiyi  perişan ediyor.  En iyisi hakimlik gibi, savcılık gibi, avukatlık gibi vs. adalet sisteminde  önemli bir vazifeyi üstlendiysek onun hakkını en iyi şekilde vermek, o görevi samimiyetle ve dürüstlükle ifa etmek, her davayı bir emanet bilmek ve süreçte işin tüm detaylarıyla ince düşünmektir.

Sistemin de hak gibi kritik bir mevzuda işi sadece kişilere bırakmayıp adaleti tahakkuk ettirecek kontrol mekanizmalarının da olması gerekir elbette.  Bu mekanizmaların şu veya bu şekilde varlığından ziyade maksadı hasıl edebilmeleri önemlidir.

Yazımızı geçtiğimiz aylarda yaşadığımız çok üzücü bir olayın yargılama süreci hakkında bu çerçevede bazı yorumlarda  bulunarak toparlayalım.

Haberlerde okumuşsunuzdur, pizza dağıtıcılığı yapan üniversite öğrencisi Ata Emre Akman’ı 25 bıçak darbesiyle öldüren E.Ö.  18 yıldan 24 yıla kadar hapis  cezasıyla yargılanacak.

Katile ilkin kasten tasarlayarak ve canavarca hisle adam öldürmekten ağırlaştırılmış müebbet istemiyle dava açılmış. Fakat E.Ö. 18 yaşından küçük olduğu için ceza talebi 18 ila 24 yıla indirilmiş. Bu da katil azami cezayı bile alsa bu süreden çok daha önce salıverilmesi demek.

Evet, katilin ağırlaştırılmış müebbetle yargılanmamasının sebebi resmi yaşının 18’den küçük olması. Oysa resimlerde katilin yaşı en az 18 görünüyor gibi.

Katilin babası O. Ö’nün önceden “dini nikahlı” eşi olan, yani bir dönem E.Ö’nün üvey annesi olan Sultan Dönmez de E.Ö.’nün 18 yaşında olduğunu ve babasının onu nüfusa geç yazdırdığını söylüyor.

Bu gibi kritik davalarda ortada şüphe varsa önce gerçek yaşın belirlenmesi  gerekir -ki  muhtemelen de öyle olacaktır-. Sonra  gerekirse yeni iddianamenin hazırlanmasıyla yargılanma süreci yeniden başlatılabilir.

Bu gibi ağır suçlarda olaya mağdur tarafın cephesinden de bakabilmek hayati bir öneme sahiptir. Harçlık kazanmak için pizza dağıtıcılığı yapan bir üniversite öğrencisi, kendisiyle en küçük ilgisi olmayan bir sebeple 25 bıçak darbesiyle azami zarar verilerek vahşice öldürülmüş.

Bu gencin durumu ve ailesinin ve yakınlarının neler hissettiği denklemdeki en önemli unsurlardır. Biliyorsunuz, İslam’ın yüce kurallarında af yetkisi kamuya değil öldürülen kimsenin yakınlarına verilmiştir.

Bu olay özelinde katil gerçekten 17 yaşında ise, sistem böyle öngörüyor sanık o şekilde yargılanacaktır ama bu durum, mevcut kural üzerinde düşünülmesine ve kuralın yeniden değerlendirilmesine de engel değil. Yaşı küçük olanların korunması için getirilen bir kural işi yanlış yerlere götürebiliyor veya küçüklerin suça özendirilmesi dahil birçok yan etkiye sebep oluyorsa, o kuralın da yeniden değerlendirilip daha işler hale getirilmesi gerekir.

Mesela 15 yaşında bir çocukla 18 yaşına bir haftası kalan bir kimsenin durumu aynı değildir. Hukukçu arkadaşlarımızın ifadesiyle halihazırda 12 yaşından küçük, 12-15 ve 15-18 yaş aralığı için farklılaştırma yapılmış ama 15-18 yaş insanın en hızlı dönüşüm geçirdiği gençlik  dönemi için çok geniş bir aralık.

Ayrıca suçun mahiyeti ve tekerrür etme ihtimali de çok önemli. Baklava çalan çocukların yargılanması olayı vardı, hatırlarsınız. Özellikle hafif suçlarda sistemin başta çocuklar için affedici ve hoşgörülü olması tercih edilir ama suç ağırsa ve tekrarlanıyorsa durum farklılaşır.

Yazımızı son bir tespitle bitirelim: Affetmek çok ulvi bir duygudur ama bu duygunun ve affetmenin suçluları teşvik edecek ve mağdurların aleyhine olacak şekilde işlememesi esastır.

Allah’a emanet olun.

fatih ünlü
Fatih Ünlü

Fatih Ünlü 1965 Adana doğumludur. Adana Dumlupınar İlkokulu, Hürriyet Ortaokulu ve Anafartalar Lisesinden sonra 1987 yılında ODTÜ Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümü Uluslararası İlişkiler alt dalından mezun olmuştur.TBMM, TÜBİTAK, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Kalkınma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı (SBB) ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO)'nda çalışmıştır.Yayıncılık faaliyetlerine vakit ayırabilmek amacıyla Cumhurbaşkanlığı SBB - İSEDAK ve Uluslararası Kalkınma İşbirliği Genel Müdürlüğünden 2022 yılında emekli olmuştur.Emeklilikten sonra, Güray Gümüş'le birlikte Abdullah Bera Yıldız'ın "Bir Soluk Dua - Çaresiz Anlarımıza Çare Olan Rahmetinle" ve "O'nu Bilmeden Hiçbir Vahada Hayat Yoktur" adlı kitaplarının editörlüğünü yapmıştır.

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.
    Tüm Yorumlar (1)
    • Slh Scr

      Fikir ve görüşleriniz için teşekkürler. Allah yolunda kabul olsun inşallah.

      Yanıtla
      +0
      -0