WOTTV E-DERGİ
DOLAR 34,0566 0.1%
EURO 38,0826 0.03%
ALTIN 2.833,440,17
BITCOIN 21413684,35%
Batı’nın jeo-kültürel iflası ve Türkiye’nin tarihsel yükselişinin anlamı

Batı’nın jeo-kültürel iflası ve Türkiye’nin tarihsel yükselişinin anlamı

6 Ekim 2023 14:20
Batı’nın jeo-kültürel iflası ve Türkiye’nin tarihsel yükselişinin anlamı
0

BEĞENDİM

Bercan TUTAR – 06 Ekim 2023

1977-1981 arasında Samuel Huntington’la birlikte ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanlığı görevinde bulunan Zbigniew Brzezinski, “İslami uyanışı Amerikan küresel çıkarlarını riske eden stratejik bir gelişme” olarak görüyordu.

Francis Fukuyama da 1990’ların başında, “İslam dünyasını batılı liberal değerleri tehdit eden en büyük odak” diye nitelemişti.

Yine 1970’lerden sonra ABD’nin resmi politikalarının teorisyenliğini yapan “müzmin siyasetnameci” Huntington ise 1980’lerde “Batı için temel problem İslami fundamentalizm değildir. Asıl problem, kültürlerinin üstünlüğüne inanan ve takipçileriyle çok farklı bir uygarlık olan bizzat İslam’ın kendisidir” diyerek bilinçaltını sergilemişti.

Aynı patolojik akıl yürütmeyi 1990’larda da sürdüren Huntington, tarihteki “en üstün ve eşsiz uygarlık” diye tanımladığı Batı’nın diğer medeniyetlerle girişeceği savaşın merkezinde yine İslam’ın yer alacağını ilan ediyordu.

Nitekim, 1990’lardan sonra Soğuk Savaş’taki komünizm yerine İslam’ı “Şer İmparatorluğu” ilan edip; Sovyet Rusya yerine de “Şer Ekseni” adı altında Müslüman ülkeleri hedef seçen ABD, devasa imkanlarına ve kılı kırk yaran stratejik hesaplamalarına rağmen tarihinde hiç ummadığı darbeler aldı.

Geçen yüzyıla hükmeden, bu yüzyılın başında ise tek süper güç olarak kalma hesapları yapan ABD, şimdi kendi halkına “devlet şiddeti” uygulayacak kadar acizleşmiş halde.

*

Kaderin cilvesine bakın ki Huntington’ın 1970’lerde Batılı olmayan toplumlar ve uluslararası sistemin periferisindeki ülkeler için pejoratif anlamda kullandığı “siyasi çürüme” ifadesi bugün merkezdeki Washington için dile getiriliyor.

Fukuyama başta olmak üzere birçok sosyal bilimci son yıllarda peş peşe yazdıkları “ıslahat fermanları” ile “Amerikan yönetimindeki artan arkaikliği, sürdürülemez noktaya doğru ilerleyen oligarşik hantallığı, iş çevrelerinin lobiler ve düşünce kuruluşlarının ise uzmanlar/danışmanlar yoluyla siyaset üzerinde oluşturduğu kirli tekeli” rapor etme yarışı içindeler.

En ciddi çıkış ise Princeton Üniversitesi’nden geldi. 2015 yılında yapılan araştırmada; ABD’nin artık bir demokrasi olmadığı, siyasetin halktan çok bir avuç zenginin çıkarlarını savunan ve onlar için Kongre’den kanunlar çıkaran bir oligarşiye dönüştüğü vurgulanıyor.

Polisin siyahileri çekinmeden öldürdüğü “yeni dünya” sadece zincirlerle getirilen Afrika kökenliler için değil Avrupa’dan bu kıtaya sürülen beyazlar için de giderek bir cehenneme dönüşüyor.

*

Avrupa’daki krizleri de eklersek, küresel bir Batı sorunu ile karşı karşıyayız. Değerlerini insanlığa evrensel doğrular diye dayatan ABD ve Avrupa’nın bugün orta sınıfları fakirleşiyor. Endüstrisi eskiyor, kentleri iflas ediyor, alt yapısı çürüyor. Ülkeler eğitim sistemini finanse edemiyor, sağlık mekanizmaları zorda. Siyasi yönetim işlerliğini kaybetti, rejimleri demokrasiden ziyade birer oligarşiye benziyor, yasalar halktan çok lobi ve çıkar gruplarına göre yapılıyor.

Akademisyenlerin büyük kısmı yurt dışında iş peşinde; hukuk, eğlence, kültür ve medya dâhil her alandaki sıkışma had safhada. Toplumsal katmanlar, kültürel ve sosyo-ekonomik bunalımın eşiğinde.

Avrupa’da yükselen ırkçılık ile ABD’deki siyahilere yönelik “devlet şiddeti” nedeniyle patlak veren olaylarda da gördüğümüz üzere kutuplaşma ve ümitsizlik had safhada. Rüyaları giderek kâbusa dönüşen Amerikan halkı, Washington’un oyunu artık Ukrayna, Doğu Avrupa, Asya, Afrika veya Ortadoğu’da değil Ohio, Missouri, Detroit, Ferguson ve Baltimore’da kurmasından yana.

*

Tarihçi David Goldman, akraba olan hanedanlar tarafından yönetilen “aydınlanmış Avrupalıların irrasyonel güdülerle iki dünya savaşı çıkararak medeniyetlerinin sonunu bizzat kendilerinin getirdiğini” hayıflanarak itiraf ediyor.

Gerçekten de 1492’den bu yana yeryüzünü kolonileştiren Batılılar, tarihi alt üst eden uygarlık felaketlerine, onarılması çok zor kültürel yıkımlara, korkunç köleleştirmelere, ırkların yok oluşuna, soykırım ve hafızalara kazınan insanlık suçlarına yol açtı.

Batı dünyası, yüzyıllardır refah içinde yaşarken sömürülen Afrika, Asya ve Güney Amerikalılar yoksulluğa, yokluğa ve savaşlara mahkûm edildi.

PSR adlı Berlin merkezli hekimler kuruluşunun hazırladığı Mart 2015 raporuna göre 2001’de başlatılan “terörle savaş”ın ilk 10 yılında sadece Irak, Afganistan ve Pakistan’da 1 milyon 300 bin insan hayatını kaybetti. Son güncellemelerle bu rakamın iki üç kat arttığı biliniyor.

Buna Ukrayna, Suriye, Libya, Mısır, Yemen, Somali ve diğer Afrika ülkelerindeki kayıplar da eklenince bilanço dörde beşe katlanıyor. Bu tablo bile, Batı’ya katlanmanın ne kadar külfetli olduğunun belgesi.

Çünkü mitolojik canavarları andıran Batı hegemonyası sadece kanla, kaosla besleniyor. Doğası gereği iç çatışmalar, etnik ve dini mücadelelerle, bölgesel savaşlar ve darbeleri körüklüyor. İnsanoğluna barış ve refah yerine yıkım, ölüm ve yoksulluk dışında bir şey veremedi. Yolun sonuna geldi ve artık vadedeceği bir şeyi de kalmadı.

*

Avrupa Konseyi bile içine düştükleri darboğazı itiraf ederek Avrupa ülkelerindeki demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti anlayışında gerilemeye çözüm bulunmasını istiyor.

Gerçi ünlü tarihçi Toynbee yarım asır önceden, “Batı emperyalizmi yerküreyi birleştirdi ancak bu çaba Batı’nın dünyaya sonsuza kadar hakim olacağı garantisini veremiyor” demişti.

Nitekim Amerikalı tarihçi Lasch de 1994 tarihli “Demokrasinin İhaneti”nde “Batı medeniyeti, burjuva sınıfının rahatı için feodal baskı yöntemlerini devam ettiren organize bir tahakküm siteminden başka bir anlama gelmiyor artık” diye özetlemişti genel manzarayı.

Ünlü sosyolog Daniel Bell ise 1976’da “Kapitalizm’in Kültürel Çelişkileri” kitabında “Batı toplumunda bir yol ayırıma geldik. Artık burjuva düşüncesinin sonuna tanıklık ediyoruz. Olağandışı bir medeniyet olarak hala güçlü olmasına rağmen Batı giderek sıradanlaşıyor” yarısında bulunmuştu.

Ekonomist Joseph Schumpeter (1883-1950) ile sosyolog Thorstein Veblen (1857-1929) ikilisi ise daha geçen yüzyılın başında “faşist eğilimlerle liberal emperyalizm arasındaki güçlü siyasi ittifakı” deşifre etmişlerdi. Amerikalı siyaset bilimci Louis Hartz da (1919–1986) “The Liberal Tradition in America/Amerika’da Liberal Gelenek-1955” adlı kitabında Veblen ve Schumpeter’in yaklaşımını doğrulayan tespitlerde bulunur: “Siyaset, siyasi elitlerin ve savaş lobilerinin esiridir. Batılı yönetici zümreler demokratik değil faşist bir zihniyete sahiptir.”

*

Askeri ve ekonomik gücü sarsılan ABD öncülüğündeki Batı dünyası, kültürel olarak da bütün cazibesini kaybediyor. Kavramları kirlenen ABD’nin ve Batı’nın meşruiyet krizi de derinleşiyor.

İslam ve diğer medeniyetlere savaş açan Fukuyama, Huntington, Kissinger ve Brzezinski gibi Amerikalı son dönem stratejistlerin yazdığı birer utanç belgesi niteliğindeki “modern siyasetnameler”i kadim uygarlıkların siyaset felsefeleriyle karşılaştırınca Batı’nın kültürel sefaleti daha net ortaya çıkıyor.

Diğer uygarlıkların birer “ahlak, adalet ve erdem” şaheseri olan “siyasetnameleri” yanında ABD’nin tahakküm merkezli, insanın insan ve doğayla savaşını vazeden siyaset kitapları, kışla bültenlerini andırıyor.

Aristo’nun “Devlet” ve Eflatun’un “Cumhuriyeti”nden Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”ine, Makyaveli’nin “Prens”inden Nizamülmülk’ün “Siyeru’l-mülk”üne Hobbes’un “Leviathan”ından Maverdi’nin “Ahkamü’s Sultaniye”sine Beydeba’nın “Kelile ve Dimne”sinden Farabi’nin “Medinetü’l-Fazıla”sına, Firdevsi’nin “Şehnamesi”nden Kınalızâde”nin “Ahlâk-ı Alâi”sine kadar ister doğuda ister batıda olsun yazılan bütün “siyasetnameler”, ideal ve adil toplum düzenine ait şaheserlerdir.

Nitekim Hint siyasi felsefesini hikâyelerle anlatan “Kelile ve Dimne/Doğru ve Yanlış” isimli siyasetnamede Beydaba, bir kıssadan şu hisseyi çıkarır: “İnsan kendi saadetini bulmak için başkalarının saadetine saygı göstermelidir.”

1328’de Harran’da hayata gözlerini yuman İbn-i Teymiyye, “İnsanlar tek bir cinstendir. Kişinin kendisinin üstün, başkasının ise aşağıda olmasını arzulaması zulümdür” der.

Nasreddin Tusi, daha 13. yüzyılda kaleme aldığı “Ahlak-i Nasıri”de despotizme dayanan yönetimleri “medine-i cabbaran/şiddet devleti” diye niteleyerek, bunun uzun ömürlü olamayacağını kaydeder.

Aristo’nun “Devlet”i öğrencisi Büyük İskender’e ve yükselen Makedonya İmparatorluğu’nun işlediği insanlık suçlarına karşı bir reddiyedir. Eflatun’un Cumhuriyet’i hocası Sokrates’in eleştirilerine dayanamayarak onu idam eden çürümüş Atina devletinin eleştirisidir.

*

“Amerikalı siyasetnamecilerde” bu klasik eserlerdeki erdem, adalet ve ahlak çağrısının milyonda birini dahi göremiyoruz. Dünyaya post-modern bir kahraman olarak lanse edilen ve daha göreve başlar başlamaz Nobel Barış Ödülü ile taltif edilmesine rağmen tarihe en çok savaşkan ve kan döken Amerikan başkanı olarak geçen Barack Obama’nın dış politikadaki akıl hocalarından Anne-Marie Slaughter, ABD’nin trajedisini “real-politik dayatmalardan çok artık giderek soyut bir kavrama dönüşen ‘liberal demokrasi’yi savunmasına” bağlıyor.

Yani ABD’nin stratejik amaçlarına hizmet etmeyen düşünceleri ne kadar ahlaki ve erdemli olursa olsun terk etmesi gerektiğini söylüyor. Gerçekten de Batılılara göre bir eylem veya fikir sadece amaçlara hizmet ediyorsa hakikattir. Bu yüzden Batı dünyası, çıkarlarına uymayan her hakikati çarpıtarak onu “terör, gericilik, despotizm, diktatörlük ve ilkellikle” damgalar. Adına da “uyum stratejisi/pragmatizm” der.

**

Ancak hakikati çarpıtma ve yeniden kurgulama gücünü yitiren Batı, artık tarihin ritmine ayak uyduramıyor. Stratejiden tarih, toplum, kültür, ahlak, adalet ve erdeme doğru giden her akıl kendini sadece engin bir çatışma okyanusunda bulur. Bu akıl, en güçlü silahlara ve dünyanın en cins zekâsına da sahip olsa huzur, adalet ve barışın kıyılarına varamaz. Başka toplumların kültür ve tarihini hor görüp onları basit birer istatistiki veriye indirgeyen Batılı stratejik akıl, bu nedenle kaostan başka bir çözüm üretemedi.

Ve gün geldi taşlarını döşedikleri kıyametin kurbanı oldular. Nitekim dünyanın en güçlü devleti ABD, Afganistan ve Irak’tan sonra Ukrayna’da da kendi “stratejik kibri ve nobranlığının enkazı” altında kaldı.

Eski dünya ve küresel statüko hem askeri hem siyasi hem de kültürel ve ideolojik olarak tarihi bir büyü bozumundan geçiyor. Bu eski dünyanın yerine ise 1000 yıldır Müslüman dünyasının liderliğini yapan ve Batılılar tarafından “İslam dünyasının çelik çekirdeği” diye nitelenen Yeni Türkiye yükseliyor…

Osmanlı kozmolojisi ve evrenselliğiyle çağımızın rasyonel ve stratejik realitelerini kaynaştıran bir akılla hareket eden Yeni Türkiye bu nedenle hem küresel statükocu eski dünya güçleri olarak bilinen ABD ve Avrupa tarafından hem de yeni bir dünya arayışındaki çok kutuplu küresel bir sistem kurmak isteyen revizyonist Asya-Pasifik güçleri olarak bilinen Rusya ve Çin tarafından, uluslararası siyasetin en önemli ve en kilit ülkesi olarak görülüyor.

Yeni Türkiye’nin hedeflerine ulaşması için önünde son üç asırdır hiç olmadığı kadar önemli jeo-politik fırsatlar bulunuyor. Türkiye’nin yükselişi sadece ülkemiz, çevremiz, bölgemiz ve İslam dünyasının değil Batı’nın emperyalist cenderesindeki insanlığın da kurtuluşu olacaktır.

Atası Osmanlı’nın ilhamıyla hareket eden Yeni Türkiye bu hedefine ulaşacaktır. Çünkü tarihe, erdemi nakşeden jeo-kültürel aklın stratejisi budur. Çünkü üç asır sonra ilk kez tarih ve talih bizden yana. Kürtlerin Rumî’si olarak bilinen ünlü Kürt mutasavvıfı ve şairi Melayê Cizîrî’nin dediği gibi “Talihin verdiği fırsatı ertelemek ve onu kullanmamak haramdır…”

bercan tutar
Bercan Tutar

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.