WOTTV E-DERGİ
DOLAR 33,9974 0.29%
EURO 37,8529 0.64%
ALTIN 2.820,790,41
BITCOIN 1961047-3,13%
Mehmet Hakan Kekeç

Mehmet Hakan Kekeç

06 Eylül 2024 Cuma

    Polis Burhan’ın Sırtını Kim Sıvazladı

    Polis Burhan’ın Sırtını Kim Sıvazladı
    0

    BEĞENDİM

    Mehmet Hakan KEKEÇ – 06 Eylül 2024

     

    İstanbul’da bulunduğum zamanlarda gitmeyi en sevdiğim yerlerden biri, Merkezefendi Külliyesi ile Yenikapı Mevlevihanesi’nin de olduğu; yakın zamanda pek bir maharetle çevre düzenlemesi yapılmış o tertemiz ve sessiz alandır [Bu alan, Mevlanakapı’nın karşısına düşer]. Eski Kozlu Kabristanı’ndan başlayıp Panorama Müzesi’ne kadar uzanan; upuzun servilerle yeşillenmiş bu ferah mahalle, artık kurtarılması imkânsız/ruhunu teslim etmek üzere olan megakent İstanbul’un karmaşa ve gürültüsünden tecrîd edilmiş gibi sade ve sükûnet sahibidir. Ne yazık ki sadece -her hafta bir tanesi açılan ve ne hikmetse de her biri muhakkak Osmanlı’dan kalma olan- köftecileriyle bilinen bu alanda bir nefes almak dahi insanı fevkalade surette tazeler. Teskin eder… Eh, madem bu kadar methettik, bu mahalleye geldiğimde ne yaparım, kısaca bahsedeyim, sonra esas konumuza giriş yaparız:

     

    Tamburî Cemil Bey, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Kenan Rıfaî, İsmail Saib Sencer, Niyazî-i Mısrî biraderi Şeyh Ahmed Efendi, Samiha Ayverdi, Hattat Halim Özyazıcı, Mükrimin Halil Yinanç (…) gibi alim, arif ve sanatkârların medfun olduğu Merkezefendi Kabristanı’nda; ardından da Tahirü’l Mevlevî ve Abdülbaki Baykara Dede gibi mevlevî büyüklerinin dinlendiği Mevlevîhane hamuşanında dualarla teferrüç eyledikten sonra, çeşitleriyle beni epey memnun eden Zeytinburnu Kitapçısı’na muhakkak bir uğrarım. Zeytinburnu Belediyesi, zamanın da zamanında; Defter-i Dervişan, Tekke Kapısı, Zamanı Aşan Taşlar ve Seyyid Nizam gibi çok mühim eserler yayımlamıştı. Bu muazzam kültür hizmetlerinin -ekonomik koşullar nedeniyle- devam edememesine ahlanıp vahlanmamak mümkün değildir. Nihayetinde ben de kitapçıdan ahlanıp vahlanarak çıkar ve o an yanımda artık hangisi varsa kitabımı elime alır ve bir köşede dinginlik içerisinde okumaya başlarım.

    ***

     

    Artık, şu sıralarda bir üniversiteye ait olan Yenikapı Mevlevîhanesi ile karşı karşıyayızdır… Evet, Osmanlı İmparatorluğu’nun bediîyat tarlası bu mevlevîhane bugün bir üniversitenin uhdesinde. Bu bana pek bir hoş gelir… Evet, hoş gelir ama aslında tarihî yapıların amaçlarının dışında kullanılmasına çok fena bozulurum. Sözgelimi büfe edilmiş bir sebil görmek benim o günü cinlerle geçirmeme yeter. Market olmuş bir hamam, avm yapılmış bir medrese, birmilyoncu tekkesi vs… Herhalde bu dahiyane işlevsellik hamleleri yalnızca bizim milletimize hastır. Başka memleketlerde zor görürsünüz. Mesela Avrupa’da kasap olmuş bir şapel görmeyi çok isterim. Ama onlar bu işlerden anlamaz! En iyi biz biliriz.

     

    Velhasıl… Yenikapı Mevlevîhanesi’nin bir üniversiteye ait olması sahiden de hoşuma gidiyor. Zira bu, esasında bir eğitim kurumu olan mevlevîhanelerin ruhuna çok uygun düşen bir iştir. Ki bu iş, Yenikapı Mevlevîhanesi özelinde daha da bir mânâ kazanır. Çünkü Yenikapı Mevlevîhanesi’nin yakın tarihi -yetim- çocuklara ve gençlere hizmetle geçmiştir. Bilhassa 1961 yangınına kadar. Şimdi tam da bu noktada dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahreddin Kerim Gökay’ı hürmetle anmak gerekir. Fakat o dönemde bu mübarek Yenikapı Mevlevîhanesi’nin ‘hakiki’ sahibi ve hizmetlisi, mevlevîlerin ‘Polis Burhan’ dedikleri Divane Burhan Öcal’dı.

    Polis Burhan hakkında tek müstakil çalışma

    ‘Polis’ Burhan Öcal’ı, Hz. Pîr’in 22. kuşak torunlarından Esin Çelebi Bayru hanımefendi ‘Evet Aşk Güzel Şeydir’ kitabında şöyle anlatıyor:

     

    Bu arada hayatımızda çok önemli birisi vardı. Hepimizin, bütün câmianın ‘Polis Abi’ diye hitap ettiği Burhan Öcal. Biz ‘Polis Efendi’ diyorduk.

     

    Babası polismiş, onun için ona ‘Polis’ lakabını takmışlardı. Polis Efendi, bir yetimhânede büyümüş, menenjit de geçirmiş. Yenikapı Mevlevîhânesi, mevlevîhâneler kapatıldıktan sonra bir zaman ilkokul olmuş, daha sonra bos kalmış. Fahreddin Kerim Gökay zamanında yetimhâne olarak, sokaktaki çocukları da barındıran bir yer olmuş. Hem okulu açmışlar hem de çocukların gece kalabilecekleri bir yer olmuş. Daha sonra, daha iyi şartlarda bir okul yapılmış ve çocuklar yalnız yatmadan yatmaya oraya gelmişler. Polis Efendi’nin de sıhhiyeci mi, hademelik mi? Böyle bir görevi vardı, emekli olduğu halde, bizim Konyalı Mehmet Dede (Mehmet Arısoy) gibi, O da Yenikapı Mevlevîhânesi’nden ayrılmak istemedi. Onu da özel bir statüde orada istihdam ettiler. Farklı bir insandı, farklı bir yapısı vardı. Yenikapı ona çok şey borçlu, çünkü canı pahasına orada bekçilik yaptı. Hâl ehli bir insandı, Allah mekânını cennet eylesin.

     

    Polis Efendi hem evimize gelirdi hem de her Şeb-i Arus zamanı mutlaka İstanbul’dan Konya’ya. Ona bir görev bulurlardı, babam (Celaleddin Bakır Çelebi) genellikle yardımcı olurdu. Mutlaka gelirdi ve semâzenlerin başında, sanki hepsini o idare ediyormuş gibi, ‘Hadi otobüse binelim, hadi yemek saati… Hadi şu… Hadi bu…’ derdi. Herkes de onu çok sever, ne derse yapmaya çalışırlardı. Böyle bir Burhan’ı da çocukluk anılarımın içinde rahmetle anmak lâzım doğrusu…

     

    İstidrad: Esin Çelebi hanımefendinin Konyalı Mehmet Dede dediği esasında Ankaralı olan Mehmet Arısoy Dede’dir. Hakkında bir yazı yazmıştım. World of Türkiye sayfasının arşivinden bulunabilir. Dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in rüyasına gönderebilecek kadar Hz. Pîr gönlünde ayrıcalıklı bir yeri olan Mehmed Dede, ‘Polis’ Burhan gibi Mevlevîlik okyanusunun son divanelerindendi.

    Yenikapı Mevlevihanesi’nin 2005 restorasyonu sırasında Hasan Mert Kaya ile Polis Burhan bir arada

    ***

     

    ‘Polis’ Burhan Öcal hakkında müstakil bir eser de vardır. Eser, H. Necdet İşli üstada aittir. Zaman zaman Üsküdar Doğancılar’daki hanesinde ziyaret etmekten pek haz duyduğum Necdet üstad, ‘Bir Polis Burhan Vardı’ risalesinde şunları söylüyor:

     

    Yenikapı Mevlevîhânesi’nin son mazannesi, delisi veya velisini 30 Ocak 2009’da kaybettik. Burhan Öcal Bey, ‘Polis’ lakabı ile tanınan bir İstanbullu Mevlevî idi. 1930 yılında doğmuş ve hayatının tümü fakr u zaruret içinde geçmişti. Hiç evlenmemiştir. Hiçbir zaman hâlinden şikâyet etmemiş, kimseyi kırmamış, gücendirmemiş, kendisine yapılan haksızlık ve kırıcı davranışları da örterek, affederek karşılamıştı. Yenikapı Mevlevîhânesi ve Hâmuşânı onun kalbinin attığı, gönlünün ferahladığı, hayatının ve varlığının sebeb-i hikmeti gibi gördüğü yerdi ve kendi evi idi. Vakıflar İdaresi’nde bizzat incelediğim tamamı Burhan Öcal dilekçeleri ile dolu üç klasör evrakın konusu sadece Yenikapı Mevlevîhânesi ve onun geleceği idi. Bu klasörleri Burhan Bey oluşturmuştu, içinde 30 yıl çalıştığımdan yakinen biliyorum; Burhan Öcal, Vakıflar idaresi için âdeta bir kâbus idi.

    Yenikapı Mevlevîhânesi 19.yy

    Yenikapı Mevlevîhanesi 1961’de ne yazıktır büyük bir yangın geçirdi. 9 Eylül 1961’de çıkan bu yangın sonucunda yalnızca dedegân hücreleri ve matbah (mutfak) ayakta kaldı. Merhum Nezih Uzel, o fena gün için ‘Polis’ Burhan’ı başrole alarak şunları kaydediyor:

     

    Tekke’nin bugün yaşı seksenlere varmış, Burhan isimli bir emektarı vardı. Burada kârgir Tekke binasının bir odasında yatar kalkar, hizmet ederdi. Ömrünü bu binaya adamıştı, kimsesi yoktu, Yenikapı Mevlevîhânesi onun vatanıydı. Ruhu burada, bu binanın yosunlu duvarları, uzun loş koridorları, yıkık tavanı, ot bürümüş, dağınık bahçeleri, devrilmiş mezar taşları, selvileri, taşı toprağı arasına sıkışmıştı. Her zaman hızlı ve heyecanlı konuştuğundan ona ‘polis’ lakabını takmışlardı. O sırada Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmiş ve bir çocuk yuvası olan eski Yenikapı Mevlevîhânesi ile ilgili her konuyu bilirdi, en ufak bir detayı büyütüp şişirerek dik sesiyle dakikalarca anlatır, en ilgisiz kişileri dahi Mevlevîhâne’ye ve onun kültürüne hayran bırakırdı. Cahildi, okumuş yazmışlığı yoktu ama Mevlevîhâne sanki onun adına ayakta duruyordu.

     

    Burhan, yangın gecesi ortalıklarda yoktu. –Kilyos’a gitti… dediler. Artık bir tarih enkazı olan yıkık Mevlevîhâne’nin boş arsasına yaklaşırken içimden diyordum ki: ‘şimdi bu adam gelip bu hâli görünce herhalde intihar eder?’

     

    Yangın yerine oldukça yaklaşmıştık. Henüz dumanları tüten enkaza vardığımda bir de ne göreyim, Burhan iş elbiselerini giymiş, eline bir kürek almış, moloz kaldırıyor… Yarısı yanmış, yarısı yanmamış sandukaların arasında Dede’lerin mezarlarını arıyor, yanına yaklaşıp yüzüne hayretle baktım, beni görünce gülümsedi… Gözlerinde üzüntü işareti aradım, bulamadım… Bakışlarında en ufak bir sıkıntıya rastlamadım, şaşkına dönmüştüm:

    – Burhan dedim, gördün mü bak ne oldu?

    – Olsun dedi… Ne var, hizmete devam.

     

    Konuşmadı benimle… küreği sallamayı sürdürdü, bu ne biçim adamdı yarabbi… Demek ki bu olağanüstü varlık, yıllarca o Tekkenin maddesi değil, manası ile yoğrulmuş, işe devam ediyor. Hizmeti aksatmıyor. Eskiden Tekkeye bakarken, şimdi Tekke’nin küllerine bakıyor… Kazma kürek yangın yeri temizliyor.

    Polis Burhan Yenikapı Mevlevîhânesi’nin 1961 yangını sonrası enkazında çalışıyor

    ***

     

    7 Mayıs 1997’de çıkan yangın sonucunda tamamen kullanılmaz hale gelen Yenikapı Mevlevîhânesi, nihayetinde 2000’li yılların başında alınan bir kararla restorasyon sürecine girdi. Bu sırada ‘Polis’ Burhan hayattaydı. Restorasyonda ve ardından yayımlanan Meşk-i İstanbul: Yenikapı Mevlevihanesi Restorasyonu (2005 – 2010) adlı kitapta büyük emeği olan Hasan Mert Kaya, ‘Polis’ Burhan ile tanışmasını bir hikaye gibi çok güzel anlatıyor:

     

    Yıl 2005, Yenikapı Mevlevihanesi’nin yangın sonrası harabe hali. Restorasyon öncesi durum tespit çekimi yapmaya gittiğimde tanıştım Burhan Amca ile. Polis Burhan diye biliniyordu. Görünce selam verip kapıyı açmasını rica ettim. Bir türlü açmadı kapıyı bana önce: ‘Otel yapamazsınız burayı efendi, hadi yallah yallah!’ deyip durdu. Uzun uzun dil döktüm, sonunda aldı içeri. İçeri girince elindeki bastonla sırtıma var gücüyle vurdu. ‘Otelci seniii!’ diye bağırdı. Canım yanmıştı. Elimi yumruk yaptım, vuracaktım. Döndüm baktım adamcağız titriyor, ayakta zor duruyor. Geçti hemen öfkem, güldüm. Sarıldım, alnını öptüm. ‘Amca billahi tallahi otelci değilim. Sana doğruyu söylüyorum. Burası yenilenecek, tamir edilecek, tekrar canlanacak’ dedim. O da rahatladı. Sonra birlikte gezdik içeriyi. 37 dakika.

     

    Sevdi beni. Mevlevihane’nin her bölümünü detaylı anlattı. Ben de kamerayla kaydettim. Önce hık mık dedi ama sonra razı oldu o da kaydedilmesine. Kimi kimsesi yoktu Burhan amcanın. Sağlık sorunları vardı. Uğraştım bir ev tutuldu kendisine. Tüm sağlık sorunlarıyla ilgilenildi. Seni sevdim Tillolu, hep gel beni görmeye dedi. Mevlevihane ile ilgili, burada paylaşamayacağım, sır niteliğinde birçok şey anlattı bana. Yenikapı Mevlevihanesi restorasyonu başladı, ben de hamuşan bölümünün ve içerideki kabirlerin mezar taşlarını okudum. Ardından yapının tüm geçmişini ve restorasyon sürecini anlatan bir kitap hazırladım ve bu mezar taşlarının bilgilerine de o kitapta yer verdim. Kitabın yayın yönetmeniydim. Editörü de çok sevdiğim aziz hocam Prof. Baha Tanman’dı. Maalesef restorasyonun sonunu göremedi Burhan Amca.

     

    Restorasyon boyunca güzel zamanlarımız oldu. Gelir, denetlerdi. Yapının küllerinden yeniden doğuşu hoşuna gidiyordu. Orası çocuğu gibiydi onun. Sonunu göremeden rahmetli oldu, Allah rahmet eylesin. Elimdeki 37 dakikalık ham görüntü belki de onun geride kalan tek kaydı. Bir ara vakit bulursam, belki bu 37 dakikalık kayıttan 7-8 dakikalık bir montaj yapıp yayınlarım. Bir keresinde bana, ‘Geceleri yalnızken burada çok sırtımı sıvazlayıp teselli edenler oldu beni’ demişti Burhan Amca. İşte bir İstanbul hafızası ve hikayesi… Nur içinde yatsın.

     

    Biz de Amin! diyelim Hasan Mert hocanın bu duasına… ‘Polis’ Burhan Amca, geceleri Yenikapı Mevlevîhânesi’nde yalnızken acaba kimler gelip sırtını sıvazlayarak teselli ediyordu? Allahualem…

     

    ***

    Devamını Oku

    H.A.Yücel’in Rüyasına Mevlana’yı Gönderen Derviş

    H.A.Yücel’in Rüyasına Mevlana’yı Gönderen Derviş
    0

    BEĞENDİM

    Mehmet Hakan KEKEÇ – 03 Eylül 2024

     

    Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, 1925’te; tekke, dergâh ve türbeler seddedilip; buralarda mukim ve görevli derviş ve şeyh efendiler sağa sola dağılırken; yalnızca bir isim, dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel beyefendinin aracılığıyla istisna tutulur: Mevlânâ Dergâhı’nın Son Hücrenisîn Dervişi, Ankaravî Mehmet Dede.

    Mezkur Ankaravî Mehmet Dede, Yorgancıoğulları denilen köklü bir aileden geliyordu. Ankara Rüştiyesi ve Mülkiye İdadisi mezunuydu. Hem aileden seçkin, hem de yüksek eğitimliydi. Dede’nin Arapça, Farsça ve Fransızca bildiği de söyleniyor. Her şeyiyle adeta mükemmel bir gelecek vadediyordu. Anlaşılan, Mehmed Dede’nin gönlüne Hz. Pîr aşkı da düşmüştü: Ankara’da okuduğu sırada zaman zaman buradaki Mevlevihane’yi ziyaret ediyor, dervişlerle müşküllerini dahi paylaşıyordu.

    Nihayetinde eğitimi tamamlandı. Kendisinden beklenen mahir bir devlet adamı olmasıydı. Fakat o herkes gibi memur olmak istemedi. İştiyakı tamamen Hz. Pîr’e ulaşmak, onun dervişi olmak noktasındaydı. Mehmet Dede de derviş olmak istedi. İşte hikâyemiz burada başlıyor:

    Mehmet Dede, mezun olduktan sonra Ankara Mevlevihanesi’nin yolunu tutar. Orada Ali Dede ile konuşur ve derviş olma isteğini belirtir. Ali Dede kendisine, “Bu elindeki kağıtla sana dünya kapıları açık Mehmed. Var git sen de bir iş bul. İnşallah büyük adam olursun” telkinlerinde bulunur. Fakat bütün bu telkinlere rağmen, Mehmed Dede ısrarından vazgeçmez. Kendisinin ifadesiyle, “Hz. Mevlana yolunda bir karınca olmak” istediği söyler.

    Ali Dede, ısrarı karşısında Mehmed Dede’ye bu sefer “Ailenin rızasını al” der. Mehmed Dede tam bir sene babasını ikna etmek için uğraşır. Babasının rızasını aldıktan sonra Ankara’dan Konya’ya hem de yayan bir şekilde gider. Şehre varıp meşhur kubbeyi gördüğünde abdestini alır ve bir Fatiha okur. Ardından heyecanla türbenin dervişan kapısına gelir. Kendisini karşılayan dervişe Ali Dede’nin Aşkî Dede’ye yazdığı mektubu verir. Aşki Dede de Ali Dede gibi düşünüyordur. Mehmet Dede’ye “Çok gençsin oğlum. Var git, dön geri. İyice bir düşün, sor soruştur öyle gel” nasihatlarında bulunur. Ama Mehmet Dede yine aldırmaz ve nihayetinde tıpkı rüyalarında gördüğü gibi Hz. Pîr yolunda bir karınca olur.

    *

    Ankaravî Mehmet Dede, 1001 gün çilesinin ardından Hücrenisîn Derviş oldu. Aşkî Dede’nin vefatından sonra da Dede… Bu sırada kendisini her açıdan geliştirmeye devam etti. Bildiği lisanların yanına musikişinaslık da ekledi. Ayrıca Hz. Pîr eserleri ve Dergâh’ın geçmişi konusunda da oldukça bilgilendi. Zamanı tamamen hizmetle geçiyordu.

    Cumhuriyet’in ilanından sonra; 1925 yılında bütün türbe ve dergâhlar kapatılmış, ancak müze olması kaydıyla sadece Mevlana Türbesi ve Dergâhı açık bırakılmıştı. Asitane ve Makam Çelebiliği de Halep Mevlevîhanesi’ne intikal ettirildi. Müzenin ilk Müdürü Yusuf Akkurt, Mehmet Dede’nin de hücresini boşatmasını istemişti. Tam bu sıralarda Ankaravî Mehmet Dede bir rüya gördü: Rüyasında Hz. Mevlana Dede’nin eline bir süpürge verir ve kapı önüne kadar süpürmesini söylüyordu. Bu rüyaya ilk başta bir anlam veremeyen Dede, anlık bir nûr ile müze müdürüne “Kabul ederseniz hademe olarak kalmak, hem Pîr’ime hem size hizmet etmek isterim. Ne iş verirseniz yapabilirim. Beni buradan ayırmayınız” dedi. Yusuf Akkurt bu teklifi kabul etti ve Mehmet Dede Türbe’de yaşamaya devam etti.

    *

    Yıllar geçer. Bu sırada Mehmed Dede Mevlana Türbesi ve Dergâhı’nı ziyaret edenlere hem Hz. Pîr’i anlatır, hem de meşhur mangalında kahveler ikram eder. 1935’te yürürlüğe giren soyadı kanunu ile “Arısoy” soyadını alan Mehmed Dede, yaş haddi geldiğinde de Dergâh’tan ayrılmayı kabul etmez. Hem nereye gidecektir? Yılları burada, Hz. Pîr’e hizmet ile geçmiştir. Artık tek kapısı Hz. Pîr’in başucundaki yeridir. Emeklilik teklifine karşı “Akrabalarımla iletişime geçeyim, gidecek yerim yok, bana birkaç gün daha verin” diyerek süre ister. Sonrasında hemen Türbe’ye girer ve “Beni nereye gönderiyorsun” diyerek Hz. Pîr’e niyaz eder.

    Hasan Ali Yücel; Abdülbaki Baykara Dede (en solda) ve Şerafettin Yaltkaya (ortada) ile

    Dönemin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’dir. Hasan Ali Yücel’in Yenikapı Mevlevîhanesi ile yakınlığını bilenler bilir. Bilmeyenlere Ahmed Güner Sayar’ın Hasan Ali Yücel biyografisini tavsiye ederiz. Velhasıl, Mehmet Dede’ye emeklilik teklifi yapıldığı gece bir rüya görür Hasan Ali bey. Mevlana Hazretleri kendisini, “Hasan, benim dervişimi koru!” diye ikaz eder. Mehmet Demirci’nin belirttiğine göre artık sabaha dek gözüne uyku girmez Hasan Ali Yücel’in. Sabah olduğunda da ilk iş olarak Konya Valisi Cemal Bardakçı’yı arar, “Ne var ne yok oralarda?” diye sorar. Aldığı cevap, “Asayiş ber-kemal” olur. Vali’den bir havadis çıkmayınca bu sefer müze müdürünü arar. Oradan da “Mühim bir şey yok. İşler yolunda” denilir. Vekil ısrarla “En ufak teferruatı istiyorum” der. O zaman müdürden “Sizi pek ilgilendirmez ama dün Mehmet Dede’nin emekliliği geldi” cevabını alır. Hasan Ali bey herhalde o dervişin kim olduğunu anlar ve “Hiçbir şey yerinden oynamasın, ben Konya’ya geliyorum” emrini verir. Bakan ertesi gün Konya’ya gelir. Mehmet Dede’nin Türbe’de kalması için bir formül bulunur. Özel İdare’den verilecek küçük bir maaşla, Dede ömür boyu yerinde bırakılır.

    *

    Mehmet Arısoy Dede, 10 Ekim 1957 Perşembe günü vefat eder ve Asitane’nin Üçler kabristanında toprağa verilir. Hizmeti kabul, himmeti daim olsun.

    Devamını Oku

    Hacı Bektaş Veli ve Türkçe Meselesi

    Hacı Bektaş Veli ve Türkçe Meselesi
    0

    BEĞENDİM

    Mehmet Hakan KEKEÇ – 25 Temmuz 2024

     

    Hacı Bektaş Veli, bir 13.yy karakteri -daha doğru ifadeyle kahramanıdır. Önce Kingsley Birge, sonra Abdülbaki Gölpınarlı, en son da Mahmud Esad Coşan; çalışmalarında bu gerçeği -dönemin vakfiyeleri ve kimi Bektaşî eserlerin derkenarlarında bulunan ifadeler üzerinden- tespit etmiştir. Modern döneme ait ilk çalışmalarda Hacı Bektaş Veli’nin vefatı 14.yy ortalarına kadar getirilse de artık bu iddiaların pek hükmü kalmadı.

    Velayetnamesine göre ilk üstadı Lokman Parende’den ‘Hünkâr’ mahlasını da alan Hacı Bektaş Veli seyyiddir. Nişabur’da doğmuş, fevkalade haller gösterdiği çocukluğu ile ilk eğitim dönemini orada tamamlamış, 13 ve 14.yy çalışan mütebahhir alimlerin ekserisine göre Cengizî baskını evvelinde Rûm’a hicret etmiştir.

    Yine Velayetnamede yer alan bilgiye göre Hünkâr hicreti sırasında Mekke ve Medine’yi de ziyaret etmiş, Hacı olmuştur. Irene Melikoff hanımefendi, Velayetname’nin ilk bölümlerinde bulunan ‘mânâ aleminde Hicaz ziyareti’ kısmını ciddiye alıp hicret sırasındaki ziyareti görmezlikten gelmiş, talihsiz bir şekilde “Aslında gerçekten Mekke’ye hiç gitmedi” tespitinde bulunmuştur. Hoş, gitmemiş de olabilir, fakat bu nihayete aynı eser üzerinden rivayet cımbızlayarak varmak pek tabii gülünecek şeydir.

    Kimi çalışmalarda da Hacı Bektaş Veli’nin hacılığı meselesi Hünkâr’ın Rûm’a geldiğinde gerçekleştirdiği Seyyid Battal Gazi ziyaretine bağlanır. Doğrudur: Seyyid Gazi Kalenderî dervişlerinin merkeziydi ve orada çile çıkaranlara ‘Hacı’ denirdi. Fakat bu ziyareti öğrendiğimiz kaynak da Velayetnamedir. Seyyid Battal ziyaretini kabul ettiğimizde Hicaz ziyaretini de kabul etmeliyiz.

     

    ***

     

    Velayetname, Hünkâr’ın tasavvufî geleneğini Yesevîliğe yaslar. Bu esere göre türlü kerametleriyle meşhur Lokman Parende bir Yesevî halifesidir. Hünkâr’ı Rûm’a gönderen de zaten bizzat Ahmed Yesevîdir.

    Yesevî hazret, Hünkâr’a Hz. Peygamber soyundan gelen kimi kutsal emanetler vermiş, Rûm abdallarını kendisine emanet ederek Selman’a (Yola) çıkarmıştır. Fakat Osmanlı’nın meşhur tevarih yazarı Aşıkpaşazade’ye göre Hacı Bektaş Veli aslında Vefaiyye tarikindendir. Hünkâr Rûm’a ilk geldiği yıllarda Baba İlyas ile de görüşmüş, kardeşi Menteş Babaî isyanı sırasında “şehit” düşmüştür.

    Irene Melikoff hanımefendi bu sefer çok isabetli bir şekilde Menteş isminin aslında Bektaş’tan bozma olduğunu, kardeşinin ismini doğrusu hiç bilemeyeceğimizi söyler. Hakkı vardır: B harfi doğu Türkçesinde M’ye dönüşebilir. Ben yerine men gibi. Bektaş’taki Kef de kaf-ı nuni ile N’ye dönüşebilir. Olur size Bektaş bir anda Menteş.

    Velhasıl şimdiki bilgilerimize göre Hacı Bektaş ile Ahmed Yesevî muasır olmadığından Aşıkpaşazade’nin Vefaî/Babaî görüşünün daha sıhhatli kabul edilmesi gerekir. Aşıkpaşazade tevarihinde ayrıca Hacı Bektaş geleneğinden gelen kimi isimlerle hala görüştüğünü de söyler. Fakat bu isimleri kısmen tenkid eder.

     

    ***

     

    Babaî isyanı sonrasında Hacı Bektaş Veli Sulucakarahöyük’e gelir. Çepni Türkmenlerinin yaşadığı bu bölgede başta kabul görmez. Fakat zaman içerisinde bu köyden ve çevre bölgelerde halifeler yetiştirir. Bunlardan biri de Aksaraylı Molla Sadeddin’dir. Burada en mühim detay şudur: Molla Sadeddin isminin Velayetname’de Makalât’ı çeviren kişi olarak geçtiği görülür.

    Molla Sadeddin bahsinde Hünkâr’ın 4 Kapı 40 Makam öğretisini kuramsallaştırdığı Makalât adlı eserini Arapça yazdığını -veya notları Arapça tutturduğunu-, bunların sonrada Türkçe’ye çevirildiğini öğreniriz. Mahmud Esad Coşan gibi bu mevzuda ömür tüketmiş alimler de eserlerinde Makalât’ın ilk kez Arapça neşredildiğini doğrular. Coşan hem Hatiboğlu Muhammed adlı monografisi hem de Bektaşilik üzerine neşrettiği araştırma eserinde Makalât’ın nüshaları ile Hacı Bektaş Veli’ye aidiyeti hakkında geniş bilgiler verir.

    Ahmet Yaşar Ocak ile Irene Melikoff, Velayetname’deki bilgiler ile nüshalar hakkındaki tartışmalara hiç girmeden Makalât’ın Hacı Bektaş Veli’ye ait olmadığını iddia ederler. Ahmet hoca “yeterli ampirik veri olmaması” nedeniyle bu sonuca varırken Irene hanım Şeyhoğlu Mustafa’nın çevirilerindeki sorunları emsal göstererek “O dönemde müellifler kimi eserleri kendileri neşretmesine rağmen Farsçadan/Arapçadan çevirdim derlerdi. Bu nedenle Hatiboğlu Muhammed de Makalât’ı çevirmemiş kendisi yazmıştır” tezini ortaya atar. Irene hanım edebi eserlerle kuramsal eserler arasındaki farkları gözetmediğinden bu genelleyici sonuca varır.

     

    ***

     

    Amatör çalışmalar ile edebi eserlerde çok geçen ve Hacı Bektaş Veli’ye isnad edilen bir söz vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Otantik olduğundan şüphe duyduğum bu sözde geçen “dil” ifadesi “Türkçe’ye sahip çık” şeklinde te’vil edilir. Anakronik ve ideolojik tezvirat yüklü bu te’vil, Hacı Bektaş Veli’yi “Türkçe davasının neferi” yapıverir. Tabii bu te’vilin bir nedeni de Farsça yazmış Hz. Pîr Mevlana karşısına ‘Türkçü’ bir Hacı Bektaş Veli çıkarma gayretidir.

    Halbuki dil, sûfî ıstılahında ‘gönül’ demektir. Yûnus Emre de dil için ‘hikmet yolu’ ifadesini kullanır. Gönülde ne varsa sözde o zahir olacaktır. Hikmetli (Hak’dan gelen) sözün -bazen bu söz Kur’ân olmaktadır- remizlere boyanıp zahir olduğu nokta dildir. Bir sûfînin ‘dil’den kastının ‘lisan’ olduğunu düşünmek, hikmet geleneğimizi epey bir küçümsemektir. Bu bahiste yine Yûnus’tan bir şehadet getirelim: “Halk içindir bu dil sözü gönüldedir dostun râzı / Gönül dosta söylediği ne der ise Kur’ân imiş”.

    Hepsi bir yana Makalât’ın ilk önce Arapça kisve-i tab’a bürünmesi tarihi ve yadsınamaz bir vakıadır. Burada Mustafa Tatcı’nın bir ifadesini anmak isterim: Bu dil (hikmet) Mevlana’da Farsça, İbn Arabi’de Arapça, Yunus Emre’de Türkçedir. Hacı Bektaş Veli’nin bir türlü ‘hacı’ olamaması, Makalât’ı üzerine bırakılan soru işaretleri ve nihayetinde anakronik ‘Türkçü’ yakıştırması aynı ideolojik tezviratın ürünleri gibi görünmektedir.

     

    ***

    Tasavvuf geleneğinde ‘yolbaşları alim olur’ denir. Hacı Bektaş Veli de bir yolbaşı olarak bu alimlerden biridir. Fakat nedense -ki Köprülü’nün kurduğu ikili tanım sebebiyle olsa gerek- alim sıfatının ‘şehirli, medreseli sufilere ve en çok da müderrislere’ terk edildiğini de rahatlıkla müşahede edebilirsiniz. Oysa ki seyyah İbn Battuta’nın Anadolu’daki gözlemleri bu tezi hemencecik çürütür: Bursa’ya uğradığında mezarlıklarda yaşayan Mecdüddin adlı bir Kalenderî meşreb sûfînin şehrin en büyük alimlerinden biri olduğunu şaşkınlıkla kaydeder. Bu istitradı ‘Sulucakarahöyük’te yaşayan Hacı Bektaş, Arapça lisanına hâkim bir alim olamaz’ görüşü nedeniyle geçiyorum.

    13.yy’da yaşamış bir alim sûfîyi modern ideolojilerin sığlığında gelişen kelimelere, kavramlara ve dünya görüşlerine sığdırmaya çalışmak beyhudedir. Bu konudaki müddeiler Türk–İslam geleneği ile bu geleneğin geliştirdiği hikmet denizine dair hiçbir ıstılahı malumata haiz olmadıklarını -gayri ihtiyari- itiraf ediyorlar.

    Devamını Oku

    Markar Esayan’ın Yazamadığı Kitap

    Markar Esayan’ın Yazamadığı Kitap
    0

    BEĞENDİM

    Mehmet Hakan KEKEÇ – 15 Temmuz 2024

    Entelektüel birikim ve fehmine çok güvendiğim nadir kişilerden biriydi Markar Esayan. Kendisini bir çırpıda okuduğum İyi Şeyler kitabındaki yazıları vesilesiyle tanımıştım.

    Tabii evvelinde gazetelerde yazdığını, o aralar vekil olmak için çalıştığını ve her daim istihza ettiğim (ve etmeye de devam edeceğim) güncel/aktüel siyaset üzerine TV’de demeçler verdiğini biliyordum elbette, ama bunlar alakamı cezbeden meseleler değildi.

    Denk geliyor fakat ne yalan söyleyeyim merak etmiyordum. İyi Şeyler sayesinde ise bambaşka bir Markar Esayan ile karşılaşmıştım. İyi bir okur – yazar ve güçlü bir düşünce adamıyla.

    O zamanlar Star Gazetesi’nde Açık Görüş ekini çıkartıyordum. Fakat dilediğim zaman kitap yazıları yazabiliyor ya da röportajlara gidebiliyordum. Markar Esayan ile de bir röportaj yapmak istedim. Numarasını buldum. Ama telefonu başka biri açtı.

    “Mehmet Hakan Kekeç… İleteceğim…” dedi, kapattı. Beş dakika geçmeden aynı numara bu sefer beni arıyordu. Açtım. Sesin sahibi Markar abiydi. İlk kez konuşuyorduk.

    Ama öyle sevecen ve samimi bir tonu vardı ki, gel de bu konuşmanın ilk kez olduğuna inan. Kitaptaki yazıları beğendiğime çok sevindiğini söyledi ve görüşmek üzere en yakın bir tarihe Şişli’de bir kafeye randevu verdi.

    Markar abiyle görüşmemizden sıkı bir röportaj çıkmıştı (şimdi ne hikmetse bu röportaj metnini bulamıyorum), en önemlisi çok nazik ve birikimli bir insanla tanışmıştım. Meğerse beni takip ediyormuş. Hatta babam Ahmet Kekeç ile hakkımda ‘ileri geri’ laflar ettikleri bile olmuş.

    O gün bilhassa Elias Canetti üzerine çok uzun durduğumuzu hatırlıyorum: Körleşme benim pek ehemmiyet verdiğim bir kitaptı. Markar abi Körleşme’yi okumuş olmama şaşırmıştı.

    O da bir şey mi! Kitabın Türkçeye çevirilmesinde Oğuz Atay’ın emeği olduğunu da anlatmıştım (Hani aşka gelen Bektaşî’nin ‘Siz beni bir de abdestli görün’ demesi gibi). Şimdi konuşma sırası bendeydi!

    Louis Ferdinand Celine’in Fransasını yitirmiş Fransasını, John Fante’nin ABD’de açtığı ‘göçmen romanı’ içtihadını, Refik Halid Karay’ın muazzam hatıralarını ve Yetenekli Bay Ripley’in maceralarını…

    Birkaç ay sonra Markar Esayan vekil oldu. Ya da görüştüğümüz sıralarda yeni olmuştu. İnanın bu detayı hatırlamıyorum. Bunun sebebi hafızamdaki noksanlıktan ziyade Markar abinin vekil olmadan önce de sonra da aynı samimiyeti korumasıdır.

    Şimdi diyebilirsiniz ki “öncesini nereden biliyorsun?”. İlk telefon konuşmamız sırasında henüz vekil olmadığından eminim de ondan. Vekil olduğunda da olmadığında da -birilerinin bakmadıklarında kıymete bindiklerini zannettikleri- telefonlara hemen cevap vermesi, uzun uzun kitap sohbetlerine her daim vaktini ayırması, arkadaş canlısı yaklaşımını hiçbir şartta yitirmemesi ve en önemlisi yazdıklarım veya haberlerim üzerinden gocunmadan bana saatlerce öneriler/açılımlar getirmesi… Markar abi böyle biriydi.

    O zamanlar Star Gazetesi’nin Dış Haberler şefliğine getirilmiştim. Yönetimin taltifini izin yaptığım bir sırada öğrendim. Gazetecilerin ‘dedikoduları’ takip etmeyi pek sevdiği bir internet sitesine düşmüştü haber. Bilirsiniz, “X Gazetesinde üst üste atamalar!” türünden olan haberler.

    İlk arayıp tebrik edenlerden biri Markar abiydi. Kendisine kaygılarımı ilettim: Henüz 27 yaşındaydım ve aslında yakın zaman içerisinde yönümü tamamıyla müptelası olduğum Tarih’e çevirmeyi planlıyordum. “Sakın…” dedi, “İkisini birlikte yürütebilirsin.” Fakat öyle olsa da bu sefer “Torpille o işe geldi” diyeceklerdi.

    Halbuki Açık Görüş’ün müdürü Halime Kökçe ile Dış Haberler Şefi Saadet Oruç Ankara’da çalışmalar yapıyorken iki işi birden tek başıma idare edebildiğim için neredeyse zorunda bıraktığım bir atamaydı. Tamam da kim bunu bilecekti? Uğraşamazdım.

    Fakat uğraştım. Şimdi Markar abiyi de dinleyip koparmadığım bu seyir sayesinde hem tarih iptilamı hem de gazetecilik alakamı tatmin edebildiğim bir iş yapıyorum. O akşamki konuşma için her daim kendisine müteşekkirim.

    Markar abinin sağda solda pek açık etmediği bir ilgisi vardı: Selçuklu tarihi… Konuşmalarımız bir süre sonra edebiyattan tamamen tarihe dönmüştü. Selçuklu hakkında çok ciddi Ermeni kaynakları vardır, bunları okuyor, gocunmadan pek iptidaî sorular soruyor; nihayetinde düşündüklerini bana iletiyordu.

    Ermeni diasporasının menfur adımlarından ve Türk – Ermeni düşmanlığından çok ciddi müteessirdi. Yeniden inşa edilmesi gereken “Doğu birlikteliğinin” en önemli cüzü gördüğü Türk – Ermeni dostluğunun kökenlerini arıyordu ve bunun için Selçuklu kaynaklarını didik didik ediyordu.

    En çarpıldığı nokta muasır Ermeni müelliflerinin Selçuklu sultanları için “Babamız…” ifadesini kullanmasıydı. Bir gün benden hepsini derleyip yollamamı istedi. Baktım, bu istekler artıyor. Hayırdır? “Bir kitap yazacağım…” dedi, “Modern döneme kadar sekiz asır süren o birlikteliği irdeleyeceğim.” Bilhassa bu konuda kalem oynatan Fransız tarihçilere pek gıcıktı.

    O günlerde 15 Temmuz saldırısı gerçekleşti. ABD’nin kuklacı Fetö’nün ise kukla olduğundan emin olduğum o saldırı gecesi Markar Esayan “Ezanlar susmasın!” diye tweet attı. Ne hissediyor, istiyor ve duasını ediyorsa onu söyledi. Bunu en başta tarihe bakışından ve yazmak istediği kitaptan anlıyordum.

    Fakat pek tabii kimileri tarafından bu duası neredeyse ‘sinyal’ muamelesi gördü. Markar abi buna ihtiyacı olan biri değildi. İhtiyacı olanlar elbette vardı. Sabah 5’te deliğinden çıkanlar, korkusundan “evlere girelim ya hu ne darbesi” diye mesajlar paylaşanlar veya “diriliş direniş yükseliş yan yatış düz gidiş” türünden sathi sinyalleri vermek durumunda olanlar.

    Ne yazık ki “akl-ı nurunu yitiren medya”da çok ciddi payları var ve hâlâ ‘önemli birileri’ kılığında dolaşabiliyorlar. Bir an evvel tasfiye edilmeleri gerekiyorken kisvelerinin her seferinde biraz daha üzerlerine yapışması pek bir tuhaftır!

    Kitap çalışmalarının nasıl gittiğini sormak için aradığım bir günde Markar abinin “hastalığı nedeniyle pek ilerleyemediğini” öğrendim. Neydi bu hastalık? Açıkçası irdeleme cesareti bulamadım. Sonraki gün TV’de gördüğüm Markar abinin halinden hastalığının epey ciddi olduğunu anladım. Babamla da konuşmuşlar meğerse.

    “Midemde ciddi bir sorun var, abi” demiş. Anladım tabii. Benzer sorun o günlerde babamın ciğerine de yuva yapıyormuş. Bilmiyorduk. Sonra öğrendik. O hastalık sürecinde Markar abiyle babam birbirlerini çok kez aradılar, moral verdiler, ilaçlar tavsiye ettiler, “Ya hu Markar bana kefir çok iyi geldi” gibi karşılıklı öneriler geçtiler. Hastalıkları aynı süreçte ağırlaştı ve birkaç hafta arayla vefat ettiler.

    Ömrü vefa etseydi Markar abinin kaleminden çok ciddi bir Türkiye – Ermeni tarihi okuyacaktık. “Birilerinin bu iyi şeyleri yapması gerekiyor” demişti.

    Okuduğum ilk kitabına yaptığı göndermeyi anlamıştım. İyi şeyler… Kitap dışında; Markar abi yaşasaydı -az evvel bahsettiğim- o akl-ı nurunu yitiren medyada aklı ile tam bir müsbet/ayrıcalıklı emsal olabilirdi. Şimdikiler nasıl bir karikatüre dönüştüğünün farkında dahi değil. En azından anlatacak biri olabilirdi.

    Markar abiyi özlemle anıyorum. Yattığı yer incitmesin…

    Devamını Oku

    Haylaz Umut! Sen O Geçmişi Kaybettin…

    Haylaz Umut! Sen O Geçmişi Kaybettin…
    0

    BEĞENDİM

    Mehmet Hakan KEKEÇ – 13 Temmuz 2024

     

    İznik’te bir duvarda şöyle bir yazı görmüştüm: Atatürk ile Afet İnan İznik’e gelmişler. Herhalde 1935 senesi… Afet hanım, şehri gezmek için Atatürk’ten izin istemiş. Atatürk de Afet hanımın bu isteği üzerine -mealen aktarıyorum- şöyle demiş: “Gezin. Fakat burada o aradığınız İznik’i göremeyeceksiniz. Zira tarihi İznik toprağın altında kalmıştır.”

    Doğru söze ne denir… İznik’te her şeyi görebilirsiniz, ama İznik’i göremezsiniz. Asırlar içerisinde katman katman o antik şehir yok olmuştur. Ama bütün suçu katmanları oluşturan ‘zaman’a da atamazsınız: Bu şehir hiçbir vakit gerekli ehemmiyeti görmemiştir ve ağırlığına uygun bir bediî zevkle yönetilmemiştir (Bu yazıda bunun bir emsalini göreceksiniz).

    Yine de haylaz umut; her yaz bir kere İznik’e giderim. Bu yaz da gittim. Niyetim aslında defnedildiği yer tescillenerek, türbesi ile etrafında çevre düzenlemesi yapılan Dâvûd-i Kayserî’yi ziyaret etmekti. Ekberî geleneği Osmanlı topraklarına getiren ve devletin ilk müderrisi olan bu mübareğin ‘güzelleşmiş’ kabri şerifini görmek beni mutlu edecekti. Buradaki mutluğun kaynağı salt temaşa da olmayacaktı: Nihayetinde bu bir ‘ihya’ projesiydi. Birileri bu ihya denilen mücevherin kıymetini yoksa anlamış mıydı?

    Osmanlı kaynaklarının ‘İznik’te Yeşil Cami’nin karşısındaki çınarın, medresenin civarlarına defnedildi‘ şeklinde tarif ettiği kabrin yerini mezkur düzenlemeden evvel de biliyordum. Koca gövdeli yaşlı bir ağacın altında hiçbir yazı/tarif bulunmayan bir kabir vardı. Sözde bir parkın içerisindeydi. Etrafını pislik götüren, köpeklere yuva olan, çocukların -bilmeden- kabrin üzerinde oynadığı bir park. Paslanmış bir tabela yerde oradan oraya sürükleniyordu (Sonrasında yere epey uydurma bir taş kondu. Bir ‘umursamaz belediyecilik’ örneği olarak Türkçesi de felaketti). 08.08.2022 tarihinde konu hakkında X hesabımdan paylaşım yapmıştım.

    geçmiş

    Yedi Tuğla Sahibidir

    Dâvûd-i Kayserî’nin mezarının bulunduğu alana dair belgelerin sunulması ve Bursa Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğünce kabul ettirilmesi sürecinde büyük emeği olan Bursa Uludağ Üniversitesi (BUÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hasan Basri Öcalan’ın Anadolu Ajansı’na verdiği bilgilerden iktibas ediyorum:

    Eğitimine Kayseri’de başlayan Dâvûd-i Kayserî, daha sonra İslam dünyasının en önemli ilim merkezlerinden Mısır’a gidiyor. Mısır’dan sonra tekrar Anadolu’ya dönüyor. Bu dönem, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına tekabül eder. Orhan Gazi, 1331’de İznik’i fethedince burada bir medrese yapıyor ve o dönemde 60-70 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğimiz Davud-i Kayseri’yi davet ediyor. Bu davet, çok anlamlıdır. Dâvûd-i Kayserî, sadece dini ilimlerde fıkıh, kelam, tefsir, tasavvuf değil, aynı zamanda akli ilimler dediğimiz astronomi gibi ilimlerde de ‘yedi tuğla’ sahibidir… Orhan Gazi, İznik’te yaptırdığı medresenin başına Dâvûd-i Kayserî’yi getirip yevmiye 30 akçeyle müderris tayin ediyor.

    Ekberî geleneğin Osmanlı’daki ilk temsilcisi olmakla birlikte aynı zamanda bir Füsus şerhi de olan Dâvûd-i Kayserî’nin 1350’de vefat ettiğini ancak mezarının bugünlere ulaşamadığını belirten Hasan Basri hocamız, sözlerini şöyle sürdürüyor:

    Son yıllara kadar mezarı bilinmiyordu. Buraya gelenler, Dâvûd-i Kayserî’nin mezarı yerine, ‘Bu çınar ağacının altındadır’ diye bir tabelayla karşılaşıyordu. Orhan Gazi dönemindeki medresenin vakfiyesi ve diğer arşiv belgelerini inceledik, araştırdık. Gerçekten de mezarının yerinin şu anki yer olduğunun tespiti yapıldı. İznik Kaymakamlığı ve belediye vasıtasıyla bu belgeleri Bursa’daki Anıtlar Kuruluna gönderdik, orada tescil edildi. Tescil edilince etrafının açılması da gündeme geldi. Etraftaki yerler istimlak edilerek projelendirme yoluna gidildi. Bursa Büyükşehir Belediyesi, İznik Kaymakamlığı da devreye girerek, Dâvûd-i Kayserî’nin şanına yakışır şekilde bir türbe ve çevre düzenlemesi yapıldı.

    Mezar Taşını Hattat Yazacaktı

    Can alıcı noktaya ağır ağır geliyoruz:

    Haberin yapıldığı günlerde epey ümitvar olduğu -vaatleri aktarmasından- anlaşılan Hasan Basri hoca, Dâvûd-i Kayserî’nin mezar taşının bugünlere ulaşmadığını ifade ederek, “Bununla ilgili bir çalışma yaptık. Dâvûd-i Kayserî’nin hayatını kısaca ifade eden cümlelerle mezar taşı kitabesi yazdık ve bunu bir hattata verdik. Hattat yazıp mermere işledikten sonra yerine konulacak ve böylece Dâvûd-i Kayserî’nin şanına yakışır, o dönemin klasik mezar taşı üslubuna uygun olarak yapılacak.” dedi.

    Dâvûd-i Kayserî ziyaretimde işte bu bahsi geçen Dâvûd-i Kayserî’nin şanına yakışır mezar taşını da görmeyi umuyordum. Evet… Bir taş yapılmıştı… Yaklaştım. Önce bir şaşkınlık. Sonra kızgınlık. Bilgisayar hattıyla yazılmış epey uyduruk bir taştı. Yazılar okunmuyor. Harfler bir tuhaf. Fotoğraflarını çekip Hasan Basri hocaya gönderdim. İnanamayıp birkaç fotoğraf daha istedi. Sonrasında ancak “yazık…” diyebildi. Başka ne denebilir ki? Sahiden yazık.

    Türkiye’de kimsenin umursamadığı inceliklere bir ömür veren, yıllarını harcayan, o inceliğe dair hayaller kuran ve kendinden çok şey veren insanlar var. İmkanları ölçüsünde çalışıyor ve “ne kaybettiğini hatırla?” dercesine o inceliklere dair kalıntıları yaşatmaya gayret ediyorlar. Dâvûd-i Kayserî’nin İznik’teki kabrini ihya etmek de böylesine bir ‘incelik’ arayışının ve duyarlılığın meselesi olabilirdi ancak. Nihayetinde ortaya çok güzel bir iş çıkmak üzereydi… Osmanlı’nın bu ilk müderrisine yaraşır bir şeyler olacaktı… Herhalde… Ama olmadı… Bursa’nın, taht-ı kadim  Bursa daha da taşra olsun, neşvesini, farkını, tarihini, estetiğini her gün biraz daha kaybetsin diye oldukça gayretli olan yerel idarecileri (bunları parti ayırmaksızın söylüyorum, zira taşralı umursamazlığı memleketimizin genel bir problemi) hatla yazılmış güzel bir şahideyi Dâvûd-i Kayserî’ye çok gördü.

    Devamını Oku