WOTTV E-DERGİ
DOLAR 33,9920 0.27%
EURO 37,8380 0.61%
ALTIN 2.820,180,39
BITCOIN 1963779-3,26%
Faruk Taşcı

Faruk Taşcı

14 Eylül 2024 Cumartesi

    Nüfusun Büyüklüğü ile Devletin Kudreti ve Güvenliği

    Nüfusun Büyüklüğü ile Devletin Kudreti ve Güvenliği
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 14 Eylül 2024

     

    “Bir elin nesi var iki elin sesi var”, “Birlikten kuvvet doğar”, “El el ile değirmen yel ile”, “Baş başa vermeyince taş yerinden kalkmaz” gibi birçok atasözü var. Bunlar birlik, beraberlik, dayanışma gibi anlamlara sahip ama esasında bir devletin varlığı, kudreti ve güvenliği için de gerekli olanlara işaret ediyor: Şuurlu ve nitelikli nüfus.

    Elbette Nüfus Önemlidir

    Bir devletin varlığı için egemenlik şart, egemenlik yanında coğrafi olarak bir bütünlük teşkil eden ve sınırları belirlenebilir bir kara parçası anlamında ülke olmak da şart. Ama bu iki şartın evvelinde insan (nüfus) unsuru şartın şartı çünkü bir ülkedeki egemenlik insan ile fiiliyat bulabilir ancak.

    Bu nedenle nüfus elbette önemli. Ama nüfus aynı zamanda beşeri sermaye anlamında ekonomi için de önemli. Ülkedeki doğal kaynakların kullanımı, girişimcilik ruhunun gelişmesi, daha ileri teknolojilerin uygulanması ve işbölümü/uzmanlaşma için nüfus gerekli ama bu nüfus nitelikli olmalı; yani eğitimli, sağlıklı, dinamik bir nüfus profili gerekiyor. Ekonomi bağlamında aynı zamanda tüketime yetecek kadar üretim yapan nüfus önemli, aksi halde ekonomik gelişmeyi engelleyici durum olabiliyor.

    Nüfus, bir ülkede sosyo-kültürel açıdan da gerekli. Ülkenin özü konumundaki aile yapısının devamı demek, nüfus artışının yeteri kadar devamı demek. Bu nedenle “üç çocuk” vurgusu ciddiye alınmalı ki (mesela) nüfusun yaşlanması ile ortaya çıkabilen çeşitli olumsuz sonuçlar baştan devre dışı kalmış olabilsin. Hem ailenin varlığı, yalnızlaşmaya panzehir; yani birlik, beraberlik ve dayanışma imkânı.

    Nüfus Büyüklüğü ile Devletin Kudreti Belli Olur

    Ekonomi ve sosyo-kültürel öneminden belki de daha önemli olan yönü, nüfusun siyasi-askerî açıdan bir devlet için taşıdığı anlam olmalı. Bu önem yeni değil elbette. Bir devletin askeri veya siyasi anlamda değeri, dış güçlere (düşmanlarına) karşı caydırıcılığı, ülkeyi savunma veya egemenlik alanını genişletme gibi meseleler, her türlü askeri/savunma teknolojisindeki gelişmelere rağmen en nihayetinde insan sayısına (nüfusa) dayanıyor. Bu nedenle de olsa gerek, mesela İkinci Dünya Savaşı döneminde birçok batılı ülke nüfus artırma yarışına girdiler.

    Çünkü İbn Haldun’un ifadesi ile “… ülke nüfusunun sayısı, malik olunan toprak miktarını belirler. Zafer elde etmek sayıya bağlı değildir, ancak zafer sonrası kalıcı olabilmenin koşullarından biri sayıdır (nüfustur).” Başka bir anlatımla, askeri anlamda devletin güçlü olmasının önemli vesilelerinden biri nüfus olmanın yanında elde edilen askeri başarıların sonrasında kalıcı başarı da nüfusla ilintili.

    Yine İbn Haldun’un açıklaması ile “… nüfusu büyük olan ülkelerin kudreti ve kuvveti de büyük olur. Hatta devletin ömrünün uzun olması dahi, devleti kuran kavmin sayısının çokluğuna ve azlığına bağlıdır.”

    Hal böyle olunca, Türkiye’nin bekası biraz da Türkiye’ye sahip çıkacak nitelikli nüfusun artışına bağlı. Bu nedenle, tarih şuuru ve gelecek vizyonu ile donanmış azimli-nitelikli insan gücünün çoğalması elzem.

    Devamını Oku

    “Adalet Duygusu”nu Ayakta Tutan Sistem mi İnsan mı?

    “Adalet Duygusu”nu Ayakta Tutan Sistem mi İnsan mı?
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 11 Eylül 2024

     

    Gazze’de masumlar açıkça ve şeytanî bir şekilde siyonist işgalciler tarafından soykırıma maruz kalıyor, Doğu Türkistan’da mazlumlar Çin’in esareti altında ya ölüyor ya da asimile ediliyor. Suriye’de yaşananlar başta olmak üzere dünyanın değişik yerlerinde dozajı farklı şekillerde çeşitli zulümler yaşandı, yaşanıyor. Bunların birçok sonucu var elbette; ama tüm sonuçları da dikkate alarak önemli bir soru(n)/kavram beliriyor: Adalet duygusu.

    Adalet Ne Ola ki Duygusu Olsun?

    Adaletle ilgili birçok tanım bulmak mümkün olmakla birlikte, en yaygın kullanım “her şeyin yerli yerinde olması” şeklinde görülüyor. Dolayısıyla bir şeylerin ters gitmesine mâni olma veya ters giden şeyleri normal seyrine döndürme, adaletin ilgili alanı oluyor.

    Yerli yerinde olmak, bazen “ihtiyaç” üzerinden gündeme gelebiliyor; ihtiyacını karşılayamayan veya ihtiyacı karşılanmamış kişi için, mesela yoksul bir kişi için, işler ters gidiyordur ve ona sosyal yardım ya da zekât vermek veya istihdam sağlamak, tersliği düzeltme anlamında adaletin gereği.

    Yerli yerinde olmak, bazen “çalışma” üzerinden ele alınabiliyor; yapılan iş, adaletin ölçüsü kabul ediliyor. Çalışana çalışmasının karşılığını zaman geçirmeden vermek, çalışanla çalışmayan arasında farkı gözetmek veya az çalışan ile çok çalışan arasında aynı muamele yapmamak, adaletin konusu.

    Yerli yerinde olmak, bazen de “katkı/değer” üzerinden şekil alabiliyor; maddi veya manevi katkıya göre adaletin yansımaları olabiliyor. Örneğin, eşit işe eşit ücret mantığı dikkate alınmakla birlikte, ömrünü bir işe adamış olan usta (işin pîri) ile o işin henüz çırağı olan (taze) kişiye farklı ücret tarifesi uygulamak, adaletin meselesi.

    Ve yerli yerinde olmak, aynı zamanda “hak etme” ile de ilgili; kim neyi hak ediyorsa onu ona vermek, adaletin merkezinde. İnsanlara “mutlaka” hak ettikleri verilmeli, “sadece” hak ettikleri verilmeli ve “açıkça” hak ettikleri verilmeli ki adalet söz konusu olabilsin. Mesela görgülü ile görgüsüz farklı hak edişlere sahip olmalı, fedakârlık yapanla fedakarlıktan kaç(ın)an farklı hak edişlere maruz kalmalı, cesur ile korkak farklı hak edişlere muhatap olmalı, vatanı için öldüren ile masum insanı katleden farklı hak edişlerle karşı karşıya gelmeli.

    Adalet Duygusu’nun Varlığı veya Yokluğu Sistemle mi İnsanla mı İlgili?

    Aksi halde, yani “adalet duygusu” ile ilgili şüphe söz konusu olmaya başlar. Öte yandan adalet ister ihtiyaç, ister çalışma, ister değer (katkı) ve isterse hak etme üzere geliştirilirsin, lazım gelen bir denge unsuru bulunuyor: Merhamet duygusu. Adalet-merhamet dengesi şart.

    Su, hayattır; belli bir müddet içilmezse ölüm sebebi olabiliyor; ama ameliyattan henüz çıkmış birine, çok istedi diye “merhamet duygusu ile” su vermek, ona aslında merhamet etmemek oluyor. Zira bu durumda ölüm vaki olur. Dolayısıyla adalet, merhametin aşırı noktaya kaçmasını veya aşırı merhamet sonucu oluşabilecek olumsuz sonuca engel olmak oluyor.

    Bu, aynı zamanda adaleti sağlama noktasında merhametin “derecesinin ne olması gerektiğini” de ifade etmeyi gerekli kılıyor. Zira adaletin tecellisinde merhametin derecesi, sonucu etkiliyor; merhamet çoksa adalet “bel lastiği gibi gevşek” olmuş oluyor, merhamet azsa adalet, “kaskatı bir taş” misali bir hâl alıyor. Bu sebeple, adaleti dengeleme noktasında merhamet “orta karar”da olmalı.

    Mesela (son günlerde gündemde olan örnekteki gibi) kasten, planlayarak adam öldüren birine karşı merhametin “çok olması”, o kişiyi belli bir müddet sonra şu veya bu şekilde dışarı bırakmayı (serbest kalmayı) doğurabiliyor. Böyle bir durumda merhametin orta kararda olması demek, bu kişiye işlediği suçun aynısı ile mukabele etmek demek, yani kısas. Zira caniye, işlediği suçun aynısı ile karşılık vermek; birincisi, maktule ve yakınlarına “merhamet” etme anlamına geliyor, ikincisi, yeni maktullerin oluşmasına set çekmek ve böylece potansiyel maktul(ler)e “merhamet” etmeyi içeriyor.

    En önemlisi, adalet-merhamet dengesinin anlaşılmasında, adaletin “kim tarafından” icra edileceği de önem arz ediyor. Zira merhamette “orta karar”da olmayan (dengesiz) birinin adaleti, adaletsizlik olmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. O halde, adaletin tecellisi için adaleti uygulayan insan (zihniyet), sistem kadar hatta yer yer sistemden de önemli. Doktor ile delinin elindeki bıçak aynı olmuyor; şeklen aynı olsa da “tecellisi” farklı oluyor. Doktorun elinde o bıçak, ameliyatta hastayı hayata döndürebilirken, delinin elinde aynı bıçak ölüme yol açabiliyor.

    Sonuç itibariyle, adaletin merhamet kanadı olmadan tecelli etmesi, şeklen mümkün, ama bu şekilde tecelli eden adaletin, yeni bir adalete ihtiyaç duymayacağını söylemek mümkün değil. O halde olması gereken, adaletin merhamet dengesi ile tecelli etmesinin sağlanması. Bu da kısaca adaletin tecellisinde insanın kendi iç dünyasının, iç hallerinin, iç dinamiklerinin önemine işaret ediyor yani sistemden veya adalet saraylarından çok hâkim önemli!

    Devamını Oku

    Göçmenleri İç ve Dış Güvenlik Sorunu Olmaktan Çıkarmak

    Göçmenleri İç ve Dış Güvenlik Sorunu Olmaktan Çıkarmak
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 31 Ağustos 2024

    Türkiye’nin gündeminden göç hiç eksik olmadı, ama Suriye’deki iç karışıklık sonrası göç, Türkiye’nin gündeminin merkezinde olan bir konu haline geldi. Özellikle son 4-5 yıldır da göç, (göçmenlerle ilgili havada uçuşan rakamlarla) en kritik konulardan biri.

    Güvenlik Boyutları ile Göçmen Meselesi

    Kimse durup dururken bir yerden bir yere hareket etmez; mutlaka arzu ettiği veya mecbur kaldığı bir durumun neticesinde göç eder. Türkiye’den Batı Avrupa ülkelerine göçte olduğu gibi, bazen ekonomik gerekçelerle göç söz konusu olabilir. Bazen kan davasından kaçmak gibi basit ama mecbur bırakan sosyo-kültürel yapıdaki sorunlar nedeniyle göçler olabilir. 6 Şubat Depremleri sonrasında görüldüğü gibi bazen doğal afetler sonrası göçler olabilir. İran’daki devrim sonrasında olduğu gibi bazen siyasi rejimlerin aleyhinde olanların başka ülkelere göç etmek zorunda oldukları görülür.

    Bazen de terör, çatışma veya savaş merkezli askerî gelişmelerin neticesi ile göçler olabilir. Türkiye’ye kitleler halinde göç eden Suriyelilerin durumu da bu kategoride. Göç gerekçesi askerî bağlamda olunca da doğal olarak göçmenler, askerî, istihbarat ve güvenlik boyutları ile ön plana gelebiliyor. Bu da kaçınılmaz bir şekilde, göçmenlerin iç siyaset ve dış politika alanlarının “malzemesi” olabilmesi demek.

    Göçmenleri Güvenlik Boyutlarının Ötesine Taşımak

    Göçmenleri otomatik güvenlik sorunu olarak görmek ayrı bir sorun olmakla birlikte, göçmenler üzerinden belli güvenlik açıklarının olabileceğini kabul etmek, göçmen karşıtlığı değil elbette. Ancak bu kabul ile göçmen meselesini güvenlik merkezli ele almak, göçmen karşıtlarına malzeme vermek demek aynı zamanda.

    Bu nedenle göçmen meselesinin güvenlik boyutu ihmal edilmeyecek şekilde diğer boyutlarının da dikkate alınması elzem. Zira göçmenler için sosyal ve psikolojik boyut var. Savaş ortamından kaçıp bilinmeyen başka bir ülkeye gitmek durumunda olan büyük bir kitlenin travması bir yana, kendilerini karşılayan vatandaşlar ile kaynaş(ama)ma süreçleri diğer yana. Arada yüzlerce sosyal ve psikolojik/psikiyatrik mesele ile muhatap olan geniş bir göçmen kitlesi söz konusu. Bunların da üstüne diğer sağlık sorunları derken, göçmen için ayakta/hayatta kalmak tek amaç. Bu amaç için de gelir sahibi olmak lazım, ya sosyal yardımlarla ya da çalışarak. Çalışanların bir kısmı tarım ve hayvancılıkta, ama sonuçta çoğunluğu vasıfsız çalışan. Bunları yaparken de çocukların eğitimi de söz konusu. Şehir hayatının zorlukları ayrı bir mesele.

    Özetle; Suriyeliler başta olmak üzere göçmen meselesini hakkıyla ele almak ve yönetebilmek için göçün tüm boyutlarını içine alacak bir üst yapılanma (belki Göç Bakanlığı ya da Cumhurbaşkanlığı Göç Ofisi) gerekiyor ki göçmenler sadece “güvenlik sorunu” olmaktan çıksın ve “çözümler bütüncül” bir şekilde ortaya konabilsin. Böylece bütüncül bir göçmen stratejisi uygulanabilsin. Aksi halde, göç/men meselesi siyasetin ve özelde ırkçılığın malzemesi olarak Türkiye’yi yormaya ve yıpratmaya devam eder.

    Devamını Oku

    “Kişi, Olay ve Fikir” Arasında Toplumu Anlama Çabası

    “Kişi, Olay ve Fikir” Arasında Toplumu Anlama Çabası
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞCI – 28 Ağustos 2024

     

    Toplumdaki bir hususun daha iyi anlaşılması adına o hususla ilgili “kişi, olay ve fikir” üçlüsü bizzat veya potansiyel olarak önemli araçlardır. Önemli olan, bu üçlünün hangisinin ilgili hususu daha iyi anlamaya daha çok imkân verdiğidir.

    Kişi mi Olay mı?

    Kişiyi anlamak önemli, bu nedenle biyografi/tabakât kitapları var; ama kişi hakkında konuşmak/yazmak her zaman anlamaya sevk etmez. Bazen tam tersi olabilir; çünkü kişi aynı zamanda dedikodu alanı olabilir ya da anlamaya çalışan kişinin anlama kabiliyeti ile kısıtlıdır. Dedikodu çarkına düşmemek için kısıtı aşmak yani bir kişi hakkında konuşmak/yazmak için asgari düzeyde üç zemin gereklidir: Kişi hakkında ilme’l yakîn bilgi, kişi hakkında ayne’l yakîn bilgi ve kişi hakkında hakka’l yakîn bilgi.

    İlme’l yakîn, yani kişinin ortaya koyduğu tüm eserlere derin bir vukûfiyet; ayne’l yakîn, yani birebir bilen (haşır neşir olan) kişilerden kişi hakkında detaylı bilgiler edinmiş olmak ve hakka’l yakîn, yani kişi ile bizzat hemhâl olmak. Kişi hakkında hakka’l yakîn bilgi de ayrıca üç zeminden en azından birine sahip olmayı (tecrübe etmeyi) gerektirir; birlikte i) yolculuk, ii) alışveriş ve iii) iş yapmak.

    Eğer bunlar yoksa, yani kişi ile ilgili ilme’l, ayne’l ve hakka’l yakîn bilgiler yoksa, “ilgili husus” üzerine kişi merkezli konuşmak yerine, “olay” odaklı bir anlama çabasına geçilmek durumunda kalınır; adil olan da budur çünkü. Kişiyi aşıp “kişinin ilgili olduğu olaya geçiş” yapmak, biraz ilave gayret gerektirir ve bu gayret de ilgili hususu biraz daha iyi anlamaya sevk eder.

    Olay mı Fikir mi?

    İlgili hususu daha iyi anlama adına, kişiyi aşmak ve kişinin ilgili olduğu olaya odaklanmak nispeten daha makuldür. Zira olaylar (somut durumlar), bünyesinde fikre (soyutlamalara) alan açar. Aynı zamanda da kişi işin/olayın içinde olur, yani fiilde hem fail olur hem de failin eyleminin sebep ve sonuçları üzerinden fikirler oluşur.

    Ancak her olay fikre çıkmaz çünkü olaylar aynı zamanda spekülatif zeminler de sunabilir. Mesela, kişilerin olaylarla irtibatları, kişilerin niteliklerine göre dedikodu alanından geliyorsa spekülatiflik hâkim olabilir. Başka bir ifade ile olayları “duyumlar” üzerinden anlamaya çalışmak, dipsiz kuyuya düşmekle eşdeğer olur çünkü duyum, doyurmaz; tam tersine çoğu zaman doyduğunu zannedenleri boğar!

    Bu nedenle, duyumlara dayalı olayların arka planı iyice tetkik edilip deneyimlere (doyumlara) dayalı olaylar hale gel(e)memişse, artık anlama çabası için zirve nokta olan “fikir” safhası gerekli olur. Bununla birlikte, fikir safhası kişilerden ve olaylardan bağımsız değildir, kişilerin ve olayların yansımalarını makul zeminlerde kalıba dökmenin adıdır; kişileri de olayları da ve bunların tüm boyutlarını da hakkıyla anlamak için.

    Netice olarak; sadece ve sadece kişi ile meşgul olmak şöyle veya böyle dedikodu demektir, yalnız olay ile meşgul olmaksa bir şekilde spekülasyon alanına düşme riski barındırır. Hal böyle olunca, kişileri ve olayları ihmal etmeyen, bilakis kişilere ve olaylara vâkıf olan, ama onlara da takılmayan ve onlardan da beslenen fikirler, ilgili hususu hakkıyla anlamak için esas olandır. Bu nedenle; somuttan soyuta (kişiden olaya ve olaydan fikre) geçiş, anlamayı kolay kılar. O halde zor soruyu sormak lazım: Türk toplumunu hangi fikir üzerinden en iyi şekilde anlamak daha mümkün ya da halihazırda öyle bir fikir zemini var mı?

    Devamını Oku

    Gençler Milli Güvenlik Sorunu Olur mu?

    Gençler Milli Güvenlik Sorunu Olur mu?
    0

    BEĞENDİM

    Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 19 Ağustos 2024

    Eskişehir’de özel kıyafet giymiş 18 yaşındaki gencin bıçak ve balta ile rastgele insanlara saldırdığı görüntüler, doğal olarak gündem oldu. Konuyla ilgili epeyce görüşler dile getirildi; hepsinde ortak merak/soru gencin “neden böyle bir işe giriştiği” idi, acaba işin arkasında ne vardı?

    İnsan ama Özellikle Çocuklar/Gençler İlgiye, Sevgiye ve Bilgiye Açtır

    İşin arkasında neyin olduğu, kısa zaman içinde ortaya çıkarılacaktır; bu Türkiye gibi güvenlik konusunda tecrübeli bir devlet için zor değil. İkinci vakıa olsa (ki Yozgat’tan geldi haberi) onun da arkasında olanı tespit zor olmaz. Üç, dört, beş… derken yaşanan vakıaları tespit etmek, failleri ve (varsa) arkasındakileri yakalamak ve sonrasında hukuku işletmek Türk devleti için kolay.

    Zor olansa ya da bu tarz olayları olmadan engellemekse, öyle pek de kolay değil; çünkü işin içinde aileden başlayan (başlaması gereken), okul dönemleri ile tamamlanan (tamamlanması gereken) önemli bir süreç var: İlgi, bilgi ve sevgi.

    İlgi, yani “seni ciddiye alıyorum” demenin başka bir adı. Mesela; “baba veya anne” diye seslenen çocuğuna “buyur evladım” ile başlayan cümleleri ile eğilen, onların sorularına cevap veren, sorunlarını çözmeye çalışan ebeveyn ilgilidir. Bilgi, yani “seni ciddiye alırken, ciddiyetin boyutlarının neler olacağını da ehlinden öğrendim, biliyorum” vakarı. Mesela; kız çocuğunun yetenekleri ile erkek çocuğunun yeteneklerinin farklı olabileceğini, yaş farkının çocuklarda farklı anlam dünyaları demek olduğunu, başka çocuklarla kıyaslama yapılmaması gerektiğini “bir bilenle bilen ebeveyn” bilgilidir. Sevgi de “ilgimi de bilgimi de iş olsun diye değil, canu gönülden ortaya koyuyorum” inceliğidir.

    Açlığı Kim Giderirse Milli Güvenlik Onun Elinde Olur

    Bunları önce aile temel at(a)mazsa, sonra okul (öğretmenler ve üniversiteler) temeli tamamla(ya)mazsa; hatta tam tersi durumlar vuku bulursa, çocuk/genç “kendisine vaat edene meyleder”, etmek durumunda kalabilir. Eskişehir’de saldırıyı gerçekleştiren gencin “babasının kendisini dövdüğünü, evde uzun süre yalnız bırakıldığını”, bunun da uzantısı olarak “insanları sevmediği için” ve “ses getireceğinden” dolayı bu eylemi yaptığını beyan etmesi ilgi, bilgi ve sevgi mahrumiyetinin “güvenlik sorunu” hâlini almış halini yansıtıyor.

    Eğer hâl tekil kalmazsa, orta ve uzun vadede “milli güvenlik sorunu” söz konusu olur. Aile yapısındaki büyük kırılmaların da uzantısı olarak ilgisiz, bilgisiz ve sevgisiz yetişen neslin, okulların da (yukarı ifade edildiği tarzda) ilgi, bilgi ve sevgi boşluğunu doldurması pek kolay olmaz, olmuyor.

    Hâl böyle olunca, “boşlukta kalan gençler”e kim (dış istihbarat, mafya, terör vb.) “boşluklarını doldurmayı vaat ediyorsa” gençlerin oraya meyletmesi mümkün olabiliyor. Bir de vaat edenlerin vatanı yoksa, çocuklar/gençler vatansız güruhun elinde oyuncak olur; vatansızların istediklerini yaparlar da ne yaptıklarından haberleri olmaz.

    Özetle; insan yani gençler, ilgiye, bilgiye ve sevgiye açtır ve kim açlıklarını giderirse, gençler onlarındır; çünkü kişi sevdiğinin yolundandır! Türkiye gibi bir ülkede gençlerin açlığını aileleri, aileleri gideremiyorsa devlet gidermeli ki gençler milli güvenlik sorunu olmasın da milli güvenliğin kilit unsurlarından biri olmaya devam etsinler.

    Devamını Oku