Vakit nakittir sözünü duymuş olabilirsiniz. Vaktimizin ve nakdimizin belli ortaklık özellikleri var. İkisini de ölçebiliyor, sayabiliyoruz. İkisi de hep bize yetersiz geliyor, daima biraz daha fazlasını istiyoruz. Ortaklıkları çok olsa da onları pek bir arada göremiyoruz. İkisine de aynı anda sahip olmak istesek de çoğu zaman hangisini seçersek diğerinden vaz geçiyoruz.
İnsanların nakitçe zenginleştikçe zamanca fakirleştikleri ortada. Zaman söz konusu olduğunda ekonomik terimler kullanıyoruz; zaman harcamak, zaman kazanmak, zaman kaybetmek. Michael Ende’nin Momo romanında zaman biriktiren bankalar vardır ve gri adamlar tarafından faiz karşılığında zamanlar satın alınır. Fakat ne yazık ki bu yatırımların hiçbir zaman kârlı bir geri dönüşü olmaz. Tolstoy’a atfedilen bir söz vardır: Bütün hikayeler iki şekilde başlar; ya kahraman yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Romanımız da Momo isminde bir kız çocuğunun şehre gelmesiyle başlar. Momo’nun en büyük tutkusu insanları dinlemektir. Sadece insanları değil, böcekleri, yağmuru, rüzgârı… Her şey kendi dili ile Momo ile konuşmaktadır. Momo karşısındakine tüm zaman ve dikkatini vererek dinler. Ona derdini anlatan herkes onun yanından hem rahatlamış hem de aklındaki sorulara yanıt bulmuş olarak ayrılır. Üstelik Momo tek bir kelime bile etmez dinlerken. Kelimelerden fazlasını verir onlara; zamanını.
Zamanını tümüyle karşısındakilerine verebilen Momo kısa zamanda herkes tarafından sevilir. Fakat şehre duman adamların gelişiyle her şey değişmeye başlar. Bu duman adamlar yaşamlarından sıkılan herkese yanaşır ve Zaman Tasarruf Şirket’inden bahseder. Sistem her gün tasarruf edilen zamanların bir hesaba yatırılması neticesinde ileride bolca zaman kazanma vaadi üzerine kurulmuştur. Bu bankada hesap açan her kişi yaptıklarını daha hızlı yapmaya başlar. Amaç bellidir: tasarruf etmek. Zamanlarından tasarruf etmek için sevdikleri işleri aceleyle yapmaya başlar insanlar. Zaman kazandıklarını düşünürken işlerinden, hayatlarından aldıkları keyif azalır. Artık sevdiklerine ayıracakları zamanlar bir kayıp gibi görünür insanlara. Dur durak bilmeden çalışan yetişkinler artık çocuklarıyla geçirecek zaman da bulamazlar. Başı boş kalan çocuklar ise Momo’nun kapısını çalar. Neler olduğunu çözmeye çalışan Momo, duman adamların en tehlikeli düşmanı haline gelir.
Vakit nakittir cümlesi zaman hırsızlığı yapan duman adamların da sloganlarından biridir. Zaman tasarrufu yapmanın karşılığında aslında neyden vaz geçtiğini fark etmeyen insanlar kendilerini derin bir yalnızlık içinde bulur. Aceleyle yapılan işler bir yandan da zamanı tekdüzeleştirmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Enstitüsünü’nün kurucusu Halit Ayarcı’nın sözlerine kulak verecek olursak, zamanı sayılabilir bir sermayeye dönüştürdüğümüzde tabiatımızdan da vaz geçtik: “İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başladı.” Tabiattan kopan insan kendi doğasından da uzaklaşır. Stephan Klein, yaşamın hammaddesi olan zamanı anlayabilmemiz için biyolojik saatimizin çok önemli olduğunun altını çizer. Doğayla savaşmak faydasızdır, hatta zararlıdır. Örneğin, genlerimiz bizim sabah saatlerini mi yoksa geceleri mi daha verimli kullandığımızı etkiliyor. Doğamızın dışında hareket ettiğimizde yapabileceklerimizin daha azıyla yetinmek zorunda kalırız. Daha fazla hata yapar, kronik hastalıklardan yakınır, bağımlılıklara yöneliriz. Oysa bizim doğamız da tabiatla uyumludur. Doğa ile hareket etmek içsel ahengimizi korumamıza yardım eder. Tanpınar’ın romanında Doğu bilgeliğini dile getiren Muvakkit Nuri Efendi’nin dediği gibi, “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı da insandır”. Zamanın ayarı, insan.
Yapılan araştırmalar zamanına değer veren insanların daha mutlu olduklarını, işlerinden daha memnun olduklarını, daha iyi sosyal bağlantılara ve yakın ilişkilere sahip olduklarını gösteriyor. Belki de bu yüzden zamana özen gösteren insanlar başkalarının acılarını fark etmek ve onlara yardım etmek için vakit ayırmak, dünyanın yararına olacak eylemlere katılmak için yeterli enerji ve motivasyona sahipler. Paraya zamandan daha fazla öncelik vermek, paranın zaman ve mutluluk satın alacağı inancına dayanıyor olabilir. Ya da ne kadar meşgul isek o kadar önemli olduğumuz gibi modern bir inancın sonucu zamanımızı hor görüyor olabiliriz. Belki de ileride daha fazla boş vaktimizin olacağını sanarak geleceğe yönelik taahhütlerde bulunuyoruz. Tüm bu çarpıtılmış zaman algılarının bizler için ciddi maliyetleri var.
Zamanın hakkını vermenin güzel bir örneğini Momo romanındaki çöpçü Beppo’nun sözlerinde bulabiliriz: Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı. Bir de bakarsın ki adım adım bütün yolu bitirmişsin. Nasıl olduğunu anlamadan ve yorulmadan. Önemli olan da budur.
Vakit nakittir sözünü duymuş olabilirsiniz. Vaktimizin ve nakdimizin belli ortaklık özellikleri var. İkisini de ölçebiliyor, sayabiliyoruz. İkisi de hep bize yetersiz geliyor, daima biraz daha fazlasını istiyoruz. Ortaklıkları çok olsa da onları pek bir arada göremiyoruz. İkisine de aynı anda sahip olmak istesek de çoğu zaman hangisini seçersek diğerinden vaz geçiyoruz.
İnsanların nakitçe zenginleştikçe zamanca fakirleştikleri ortada. Zaman söz konusu olduğunda ekonomik terimler kullanıyoruz; zaman harcamak, zaman kazanmak, zaman kaybetmek. Michael Ende’nin Momo romanında zaman biriktiren bankalar vardır ve gri adamlar tarafından faiz karşılığında zamanlar satın alınır. Fakat ne yazık ki bu yatırımların hiçbir zaman kârlı bir geri dönüşü olmaz. Tolstoy’a atfedilen bir söz vardır: Bütün hikayeler iki şekilde başlar; ya kahraman yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Romanımız da Momo isminde bir kız çocuğunun şehre gelmesiyle başlar. Momo’nun en büyük tutkusu insanları dinlemektir. Sadece insanları değil, böcekleri, yağmuru, rüzgârı… Her şey kendi dili ile Momo ile konuşmaktadır. Momo karşısındakine tüm zaman ve dikkatini vererek dinler. Ona derdini anlatan herkes onun yanından hem rahatlamış hem de aklındaki sorulara yanıt bulmuş olarak ayrılır. Üstelik Momo tek bir kelime bile etmez dinlerken. Kelimelerden fazlasını verir onlara; zamanını.
Zamanını tümüyle karşısındakilerine verebilen Momo kısa zamanda herkes tarafından sevilir. Fakat şehre duman adamların gelişiyle her şey değişmeye başlar. Bu duman adamlar yaşamlarından sıkılan herkese yanaşır ve Zaman Tasarruf Şirket’inden bahseder. Sistem her gün tasarruf edilen zamanların bir hesaba yatırılması neticesinde ileride bolca zaman kazanma vaadi üzerine kurulmuştur. Bu bankada hesap açan her kişi yaptıklarını daha hızlı yapmaya başlar. Amaç bellidir: tasarruf etmek. Zamanlarından tasarruf etmek için sevdikleri işleri aceleyle yapmaya başlar insanlar. Zaman kazandıklarını düşünürken işlerinden, hayatlarından aldıkları keyif azalır. Artık sevdiklerine ayıracakları zamanlar bir kayıp gibi görünür insanlara. Dur durak bilmeden çalışan yetişkinler artık çocuklarıyla geçirecek zaman da bulamazlar. Başı boş kalan çocuklar ise Momo’nun kapısını çalar. Neler olduğunu çözmeye çalışan Momo, duman adamların en tehlikeli düşmanı haline gelir.
Vakit nakittir cümlesi zaman hırsızlığı yapan duman adamların da sloganlarından biridir. Zaman tasarrufu yapmanın karşılığında aslında neyden vaz geçtiğini fark etmeyen insanlar kendilerini derin bir yalnızlık içinde bulur. Aceleyle yapılan işler bir yandan da zamanı tekdüzeleştirmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Enstitüsünü’nün kurucusu Halit Ayarcı’nın sözlerine kulak verecek olursak, zamanı sayılabilir bir sermayeye dönüştürdüğümüzde tabiatımızdan da vaz geçtik: “İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başladı.” Tabiattan kopan insan kendi doğasından da uzaklaşır. Stephan Klein, yaşamın hammaddesi olan zamanı anlayabilmemiz için biyolojik saatimizin çok önemli olduğunun altını çizer. Doğayla savaşmak faydasızdır, hatta zararlıdır. Örneğin, genlerimiz bizim sabah saatlerini mi yoksa geceleri mi daha verimli kullandığımızı etkiliyor. Doğamızın dışında hareket ettiğimizde yapabileceklerimizin daha azıyla yetinmek zorunda kalırız. Daha fazla hata yapar, kronik hastalıklardan yakınır, bağımlılıklara yöneliriz. Oysa bizim doğamız da tabiatla uyumludur. Doğa ile hareket etmek içsel ahengimizi korumamıza yardım eder. Tanpınar’ın romanında Doğu bilgeliğini dile getiren Muvakkit Nuri Efendi’nin dediği gibi, “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı da insandır”. Zamanın ayarı, insan.
Yapılan araştırmalar zamanına değer veren insanların daha mutlu olduklarını, işlerinden daha memnun olduklarını, daha iyi sosyal bağlantılara ve yakın ilişkilere sahip olduklarını gösteriyor. Belki de bu yüzden zamana özen gösteren insanlar başkalarının acılarını fark etmek ve onlara yardım etmek için vakit ayırmak, dünyanın yararına olacak eylemlere katılmak için yeterli enerji ve motivasyona sahipler. Paraya zamandan daha fazla öncelik vermek, paranın zaman ve mutluluk satın alacağı inancına dayanıyor olabilir. Ya da ne kadar meşgul isek o kadar önemli olduğumuz gibi modern bir inancın sonucu zamanımızı hor görüyor olabiliriz. Belki de ileride daha fazla boş vaktimizin olacağını sanarak geleceğe yönelik taahhütlerde bulunuyoruz. Tüm bu çarpıtılmış zaman algılarının bizler için ciddi maliyetleri var.
Zamanın hakkını vermenin güzel bir örneğini Momo romanındaki çöpçü Beppo’nun sözlerinde bulabiliriz: Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı. Bir de bakarsın ki adım adım bütün yolu bitirmişsin. Nasıl olduğunu anlamadan ve yorulmadan. Önemli olan da budur.
Vakit nakittir sözünü duymuş olabilirsiniz. Vaktimizin ve nakdimizin belli ortaklık özellikleri var. İkisini de ölçebiliyor, sayabiliyoruz. İkisi de hep bize yetersiz geliyor, daima biraz daha fazlasını istiyoruz. Ortaklıkları çok olsa da onları pek bir arada göremiyoruz. İkisine de aynı anda sahip olmak istesek de çoğu zaman hangisini seçersek diğerinden vaz geçiyoruz.
İnsanların nakitçe zenginleştikçe zamanca fakirleştikleri ortada. Zaman söz konusu olduğunda ekonomik terimler kullanıyoruz; zaman harcamak, zaman kazanmak, zaman kaybetmek. Michael Ende’nin Momo romanında zaman biriktiren bankalar vardır ve gri adamlar tarafından faiz karşılığında zamanlar satın alınır. Fakat ne yazık ki bu yatırımların hiçbir zaman kârlı bir geri dönüşü olmaz. Tolstoy’a atfedilen bir söz vardır: Bütün hikayeler iki şekilde başlar; ya kahraman yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir. Romanımız da Momo isminde bir kız çocuğunun şehre gelmesiyle başlar. Momo’nun en büyük tutkusu insanları dinlemektir. Sadece insanları değil, böcekleri, yağmuru, rüzgârı… Her şey kendi dili ile Momo ile konuşmaktadır. Momo karşısındakine tüm zaman ve dikkatini vererek dinler. Ona derdini anlatan herkes onun yanından hem rahatlamış hem de aklındaki sorulara yanıt bulmuş olarak ayrılır. Üstelik Momo tek bir kelime bile etmez dinlerken. Kelimelerden fazlasını verir onlara; zamanını.
Zamanını tümüyle karşısındakilerine verebilen Momo kısa zamanda herkes tarafından sevilir. Fakat şehre duman adamların gelişiyle her şey değişmeye başlar. Bu duman adamlar yaşamlarından sıkılan herkese yanaşır ve Zaman Tasarruf Şirket’inden bahseder. Sistem her gün tasarruf edilen zamanların bir hesaba yatırılması neticesinde ileride bolca zaman kazanma vaadi üzerine kurulmuştur. Bu bankada hesap açan her kişi yaptıklarını daha hızlı yapmaya başlar. Amaç bellidir: tasarruf etmek. Zamanlarından tasarruf etmek için sevdikleri işleri aceleyle yapmaya başlar insanlar. Zaman kazandıklarını düşünürken işlerinden, hayatlarından aldıkları keyif azalır. Artık sevdiklerine ayıracakları zamanlar bir kayıp gibi görünür insanlara. Dur durak bilmeden çalışan yetişkinler artık çocuklarıyla geçirecek zaman da bulamazlar. Başı boş kalan çocuklar ise Momo’nun kapısını çalar. Neler olduğunu çözmeye çalışan Momo, duman adamların en tehlikeli düşmanı haline gelir.
Vakit nakittir cümlesi zaman hırsızlığı yapan duman adamların da sloganlarından biridir. Zaman tasarrufu yapmanın karşılığında aslında neyden vaz geçtiğini fark etmeyen insanlar kendilerini derin bir yalnızlık içinde bulur. Aceleyle yapılan işler bir yandan da zamanı tekdüzeleştirmiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Enstitüsünü’nün kurucusu Halit Ayarcı’nın sözlerine kulak verecek olursak, zamanı sayılabilir bir sermayeye dönüştürdüğümüzde tabiatımızdan da vaz geçtik: “İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başladı.” Tabiattan kopan insan kendi doğasından da uzaklaşır. Stephan Klein, yaşamın hammaddesi olan zamanı anlayabilmemiz için biyolojik saatimizin çok önemli olduğunun altını çizer. Doğayla savaşmak faydasızdır, hatta zararlıdır. Örneğin, genlerimiz bizim sabah saatlerini mi yoksa geceleri mi daha verimli kullandığımızı etkiliyor. Doğamızın dışında hareket ettiğimizde yapabileceklerimizin daha azıyla yetinmek zorunda kalırız. Daha fazla hata yapar, kronik hastalıklardan yakınır, bağımlılıklara yöneliriz. Oysa bizim doğamız da tabiatla uyumludur. Doğa ile hareket etmek içsel ahengimizi korumamıza yardım eder. Tanpınar’ın romanında Doğu bilgeliğini dile getiren Muvakkit Nuri Efendi’nin dediği gibi, “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı da insandır”. Zamanın ayarı, insan.
Yapılan araştırmalar zamanına değer veren insanların daha mutlu olduklarını, işlerinden daha memnun olduklarını, daha iyi sosyal bağlantılara ve yakın ilişkilere sahip olduklarını gösteriyor. Belki de bu yüzden zamana özen gösteren insanlar başkalarının acılarını fark etmek ve onlara yardım etmek için vakit ayırmak, dünyanın yararına olacak eylemlere katılmak için yeterli enerji ve motivasyona sahipler. Paraya zamandan daha fazla öncelik vermek, paranın zaman ve mutluluk satın alacağı inancına dayanıyor olabilir. Ya da ne kadar meşgul isek o kadar önemli olduğumuz gibi modern bir inancın sonucu zamanımızı hor görüyor olabiliriz. Belki de ileride daha fazla boş vaktimizin olacağını sanarak geleceğe yönelik taahhütlerde bulunuyoruz. Tüm bu çarpıtılmış zaman algılarının bizler için ciddi maliyetleri var.
Zamanın hakkını vermenin güzel bir örneğini Momo romanındaki çöpçü Beppo’nun sözlerinde bulabiliriz: Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı. Bir de bakarsın ki adım adım bütün yolu bitirmişsin. Nasıl olduğunu anlamadan ve yorulmadan. Önemli olan da budur.