Adem KILIÇ – 02 Aralık 2024
Donald Trump’ın 2024 yılında ABD başkanı seçilmesi, özellikle dünyadaki çatışma bölgeleri bağlamında, ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasındaki değişimleri kritik hale getiriyor.
Trump’ın; önceki başkanlık döneminden ve yakın zamandaki seçim vaatlerinden yola çıkarak, İran ile ilgili önlemlerini artırmasının neredeyse kesin olduğu aşikarken, İsrail’in sözde “güvenliğinin” daha da güçlendirilmesi için de, İsrail’in işgallerinin önünü açması ve İbrahim Anlaşmaları çerçevesinin potansiyel devamını desteklemesi bekleniyor.
Trump’ın “İran ile mücadele” ve “İsrail’in güvenliği” gibi vaatleri nedeniyle, Suriye gibi alanlardaki politikalarının ise daha derinlemesine incelenmesi gerekiyor.
İran’a yönelik politikası sertleşecek
Trump ilk döneminde İran’a karşı “maksimum baskı” politikası uyguladı ve ABD’yi, 2015 İran nükleer anlaşmasından çekerek, uzlaşı süreci yerine “ağır yaptırım” stratejisi uygulamayı tercih etti.
Pentagon verilerine göre Trump bir önceki döneminde; İran’ın yanı sıra, İran ile ilişki kurduğu düşünülen ülkelere, şirketlere ve bireylere toplam 1500’den fazla yaptırım uyguladı.
Trump seçim kampanyası sırasında da, Joe Biden döneminde bölgede artan güvenlik sorunlarını, İran’a karşı daha sert bir tutum takınılmamasına bağladı.
Kampanyası sırasında Trump, Biden yönetimini İran’a karşı bazı yaptırımları kaldırdığı için eleştirdi.
İran’ın Ekim ayında İsrail’e füze saldırısı düzenlemesinin ardından Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i hedef aldı ve Harris-Biden ikilisini “beceriksiz İsrail düşmanları” olarak niteleyerek, “ABD’yi 3. Dünya Savaşı’nın eşiğine getirdikleri” gerekçesiyle suçladı.
Hatta Trump daha da ileri giderek; “seçim sürecini etkilediğini” iddia ettiği İran’ı, “yok etme” sözü verdi.
Ayrıca Trump, bir önceki döneminde işgal altındaki Golan Tepeleri’ni İsrail’in toprakları olarak tanıması ve Kudüs’ü sözde İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi gibi gibi hamlelerle İsrail’in işgallerini meşrulaştırmasının önünü açmak için İran’ı daha fazla şeytanlaştırmayı tercih edebilir.
ABD-İsrail ilişkileri
Trump’ın ilk döneminde, Orta Doğu politikasının temel taşlarından biri İsrail’e verdiği sarsılmaz destek olmuştur.
Trump ilk döneminde; ABD-İsrail bağlarını güçlendirmek için, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımak, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımak ve İsrail’in işgal ettiği Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini onaylamak gibi benzeri görülmemiş adımlar attı.
Trump ayrıca, İsrail’in talepleri doğrultusunda İran ile nükleer anlaşmadan çekildi ve Filistinli mültecilere yardım eden BM Ajansı UNRWA’ya yapılan finansmanı tamamen durdurdu.
Bu hamleler o dönemde, ABD politikasında “İsrail’e koşulsuz destek” yaklaşımını simgelediği için İsrail’de ve kendi iç tabanında pek çok kişi tarafından olumlu karşılandı.
Şimdi geride bir soykırım savaşının kaldığı ve ABD’nin ve Batı’nın İsrail’in yıkımını savunmak için farklı bir politika izleyeceğini düşünenleri yanıltacak. Zira Trump, seçim sürecinde de olduğu üzere İsrail’in yıkımlarını desteklemekten vazgeçmeyeceği bir 4 yılın sinyallerini daha seçim sürecindeyken verdi.
Zira; Trump’ın İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn de dahil olmak üzere birçok Arap ülkesi arasında bir dizi “normalleşme anlaşması” olan Abraham Anlaşmaları’na aracılık etmesindeki rolü, İsrail yanlısı bir lider olarak mirasını daha da sağlamlaştırdı.
2020’de imzalanan bu anlaşmalar, İsrail ile İran’a karşı ittifak yapan Arap ülkeleri arasındaki bağları güçlendiren stratejik bir hamle olarak görülüyordu.
Trump son seçim kampanyasında bu anlaşmaları genişletmek istediğini ifade etti.
İsrail ve Hamas arasındaki mevcut gerginlikle birlikte Trump’ın tutumunun; İsrail’e askeri ve ekonomik desteğe öncelik vermesi, potansiyel olarak Hamas’a ve Hizbullah’a karşı eylemlerinin başarıya ulaşması için İran gibi diğer bölgesel aktörleri müdahaleden caydırması ve İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki işgallerini meşrulaştırması için yeni hamleler yapması beklenmelidir.
Daha geniş bölgesel dinamikler
Trump ilk döneminde, Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını; “ABD nüfuzunu korumak için güçlü ittifaklar kurmak” olarak tanımlıyordu. Bu nedenle de Afganistan başta olmak üzere bölgedeki ABD askeri varlığını azaltmak konusunda adımlar atmak istediğini defalarca dile getirdi.
Trump seçim kampanyası sırasında da, Orta Doğu’da istikrarın, doğrudan ABD’nin net caydırıcılık stratejilerine bağlı olduğuna inandığını vurguladı.
Bu bakış açısı, kilit müttefiklere askeri yardımın artmasına, Irak ve Suriye’de İran’a bağlı milisler üzerindeki baskının artmasına ve beklenenin aksine, ABD askeri güçlerinin Orta Doğu’daki stratejik noktalarda varlığını sürdürmesine neden olabilir.
Suriye’deki son gelişmeler ve geleceği
Özellikle de son birkaç gündür Suriye’de değişen dengeler, tıpkı Rusya’nın olduğu gibi ABD’nin de bölgedeki askeri varlığı üzerinde ciddi etkiler oluşturacak potansiyele sahip.
ABD bölgede resmi olarak sadece 900 askeri olduğunu belirtse de, “müttefik” olarak tanımladığı terör örgütü PKK ve uzantılarının ve düşman olarak gördüğü Esad unsurlarının birlikte bozguna uğradığı büyük bir çıkmaz ile karşı karşıya.
Bölgede, HTŞ gruplarının ve Suriye Milli Ordusu’nun ortak hareket ettiği bir sürece tanıklık ederken, iki grubun güçlerinin yaklaşık 100 bine ulaştığı bölge kaynakları tarafından teyid ediliyor.
Ancak bu süreç, sadece 100 bin silahlı kişinin yürüyüşünden çok daha fazlasını içerisinde barındırıyor.
Zira; 2013’den bu yana bölgeden bulunan ve özellikle 2016’dan sonra düzenli yapılara geçen bu güçler, hava savunma sistemleri ve tanksavar gibi ağır silahları olmadan ciddi bir ilerleme kaydediyor.
Zira; incelediğim düşünce kuruluşlarından ve dünya medyasından gördüğüm kadarıyla da, bu grubun sadece birkaç gün içerisinde, Halep’ten İdlib’e Tel Rıfat’tan Hama’ya kadar kritik noktaların neredeyse tamamında tam hakimiyet sağlaması, sadece Esad rejiminde değil ABD’de büyük bir yankı uyandırıyor.
Bu da; istihbarat, koordinasyon ve komuta kontrol anlamında çok koordineli bir ilerlemenin olduğunu bizlere gösteriyor.
Süreç nasıl ilerledi?
HTŞ grupları uzun zamandır konuşlandıkları İdlib’den Halep’e doğru harekete geçerken, Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu da neredeyse eş zamanlı olarak Afrin’den ve Fırat Kalkanı bölgesinden hareketle Tel Rıfat ve Halep’e doğru harekete geçti.
Zira Türkiye, uzunca bir zamandır Tel-Rıfat meselesini, hem Rusya ile hem de Astana süreci kapsamında Afrin’e yönelik olarak terör örgütü PKK/YPG’nin saldırıları nedeniyle İran ile çözmeye çalışıyordu. Ancak bu mümkün olmadı.
Gelinen noktada ise bölgedeki terör örgütü ve uzantılarının Tel-Rıfat’taki varlığı geri dönüşü olmayacak bir şekilde sona erdirilmiş oldu.
Bu analizi yazdığım dakikalarda ise Halep surlarına Türk bayrağının asıldığına dair kareler sosyal medyada paylaşılmaya başlanmıştı.
Halep’in ele geçirilmesi şüphesiz sürecin en önemli kazanımı olarak kayıtlara geçti. Zira Halep, Suriye’nin en büyük ikinci şehri ve en çok göç veren şehirlerin başında geliyor.
Türkiye’deki sığınmacı verilerine bakıldığında yaklaşık 1,7 ila 2 milyon arasında sığınmacının Halep ve Halep’e bağlı noktalardan geldiği gerçeği, bu hamlenin ne kadar kritik olduğunu daha net ortaya koyuyor.
Artık; Afrin hattından Tel Rıfat ve Halep’e doğru şekillenen sürecin Hama’ya, İdlib hattından Halep’e doğru şekillenen sürecin ise Münbiç’e kadar uzanacağı ve tüm hatların birleşeceği bir sürece tanıklık edeceğiz.
Gelinen noktada; İngiltere’den ABD’ye, Rusya’dan Fransa’ya İran’dan BAE’ye kadar çok sayıda ülkenin vekil güçleri ve istihbaratları ile sahne aldığı böyle bir satranç tahtasında, ortada büyük bir istihbari, koordinasyon ve komuta kontrol başarısı olduğu gerçeğini net bir şekilde görüyoruz.
Ancak biz; Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan’ın “Olayların arkasında Türkiye’nin ve Türk istihbaratının olmadığı” yönünde resmi açıklamadan hareketle hayatımıza ve yorumlarımıza devam etmeliyiz.