Serkan ÜSTÜNER – 12 Ocak 2025
Türk Edebiyatı bir İstanbul Beyefendisini, bir İstanbul aşığını, Türkçe’nin en saf halini yazan bir değerini daha geçen hafta ebediyete uğurladı. Kendisiyle Cihangir’de tanışma fırsatı bulmuş, onun gözünden İstanbul’u dinleme şansını elde etmiştim. Zarif ve saf Türkçesini hiçbir zaman unutamayacağım biri olarak gönlümde yer etti.
Evet, Selim İleri, 1970’li yılların başında Türk romancılığında önemli bir yer edinmeye başladı. 1973’te yazdığı ilk romanı Destan Gönüller’den, 2010 yılında yayımlanan son romanı Bu Yalan Tango’ya kadar bütün romanlarında, gerek biçim gerekse içerik bakımından geleneksel romanın dışında bir anlayışı yansıtmıştır. Onun yazar tavrını biçimlendiren, Selim İleri’yi var eden ön koşulların başında ailesi, İstanbul ve okumaları gelir. İleri’nin hayatında kitabın değer kazanması, annesinin ona okuduğu masallarla başlar. Dokuz yaşında, eniştesinin kitaplığında karşılaşarak okumaya başladığı Kemalettin Tuğcu romanlarıyla birlikte, Ethem İzzet Benice, Güzide Sabri, Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant gibi popüler romancıların eserlerindeki duyarlıklardan etkilenmiş ve onlardan öğrendiği duyarlıkları kendi romanlarına taşımıştır.
Selim İleri romanlarında, bireyin iç dünyasından yola çıkıp içinde bulunduğu dönemi, yaşamın değişkenlerini de içine alarak gelişen yalnızlık, aşk, aydın eleştirisi gibi belli başlı izlekleri kendine özgü bir duyarlıkla işlemiştir.
Selim İleri’nin romanlarında anlatılan daha çok bireysel yalnızlıklardır. Yazar, bilinçli bireyleşmenin sağlıklı bir toplumu oluşturacağı düşüncesindedir ve romanlarında da bu kaygıyı yansıtır. Romancının kendi yaşamında da sevdiği yalnızlık halleri, onun edebî yaşamındaki yazar tavrını biçimlendiren en önemli ögelerden biridir.
Selim İleri kendini şöyle tanımlamıştı:
Tek kişi olunamayacağına inandığım için, sahiden aşkla sevmeyi öğrenebilmek için roman yazıyorum. Salt bunlar için. Ölünceye kadar da yazmak istiyorum.
Hayattan, gerçek kişilerden yola çıkarak romanlar, öyküler yazdım. Ama onlara hayat veren hep edebiyat sanatı oldu. Okuduğum şiirler, okuduğum romanlar, tiyatro oyunları, öyküler, bazen bir deneme, bazen bir şairin düzyazısı. Asıl onlardı yazmak dürtüsünü kışkırtan, hayat değil. Hayattan edindim, edebiyattan beslendim.
Kırk yılı aşkın çabama bakıyorum, her kitapta başka kitapların, beni yıllarca sarıp sarmalamış edebi eserlerin yansımalarını çözümlemeye çalışıyorum. Hele bir iki romanım var ki doğrudan doğruya edebi eserden kaynaklamış. Halit Ziya’nın ‘Bir Acı Hikaye’si olmasaydı ‘Kırık Deniz Kabukları’nı yazamazdım…
Resim sanatından da çok yararlandığımı, çok beslendiğimi mutlaka belirtmeliyim. Özellikle kendi resim sanatımızdan, kimi ressamlarımız yazdıklarıma adeta kılavuz oldu. Sanatlar arası bir kardeşlik herhalde.
Bu dünyadan bir Selim İleri geçti. Türk Edebiyatına kazandırdıklarıyla… İyi ki vardı.