Kendini bilmek meselesinin peşinden gitmeye devam edelim. Aklıma gelen ilk soru “Kimim ben?” oluyor. Bilmeye niyetlendiğim kişi ve onu bilme gayretinde olan kişiler kim? Aynı kişi; ne de zor hem öznesi olmak hem nesnesi olmak bu kendilik bilgisinin. Kimim ben sorusunu pek sormasak da kimsin sen sorusuyla sık sık karşılaşırız. O yüzden buradan başlayalım aramaya. Bu soruyla karşılaştığımızda ilk cevabımız adımız ve soyadımızı söylemek olur çoğu zaman. Örneğin, selam verdikten sonra “Ben Rabia Yavuz” derim tanışmak istediğimde bir başka insanla. Bu iki sözcük beni ne kadar anlatır? Ben dediğim kişi hakkında ne söyler? Halbuki ikisini de ben kazanmadım, bir bedel ödemedim bu isim ve soy isim için ya da emek harcamadım elde edebilmek için. Bir iş başvurusu yapacağımızda da ilk adım olarak bir özgeçmiş hazırlamamız beklenir bizden. Nereden başlarız henüz bizi tanımayan kişilere kendimizi tanıtmak için? Yine önce adımız ve soyadımızla başlar; cinsiyetimiz, nerede ve ne zaman doğduğumuz, eğitim hayatımız ve mesleğimiz gibi bilgileri de içeren bir metin hazırlarız. Ben dediğim bu kişiyi tanıtırken faydalandığım bilgiler kendimi bilmek gibi derin bir meseleyle karşılaştığımda ne kadar işime yarayabilir. Bu dünyada yer kaplarken bana verili olan şeylerle hayata başladığım bilgisini hatırlatması açısından önemlidir zannımca.
Peki, ilk günden son güne kadar benim olduğunu iddia ettiğim şeylerin ne kadarı gerçekten de benim? Ne kadarı ben? Oysa ben; bir isim değil. Yaşım, ırkım ya da cinsiyetim de değil. Hatta karakter özelliklerim, dini ya da siyasi görüşüm ve fiziksel özelliklerim de değil. Bunların hepsinin benden bir parça olduğu doğru ama ben de değil. “Bir ben var benden içeri”nin ne olduğu bilgisi ise belki de kendimizle daha sahici bir buluşma için gerekli olan asıl şey olabilir. Bana verilmiş ve her an da alınabilecek olan özelliklerimden öte ne var bu bende? Psikolojinin penceresinden bakarsak ben derken hem öznesi hem nesnesi olduğumuz şeyin bilgisi bize verilenlerle birliktedir ama ondan da ötede bir yerdedir: “Ben, olmayı umduğum ve dahi olmayı seçtiğim şeyimdir” diyebilirim. Kendimizi bulduğumuz bu hayatın merkezinde ise ilişkilerimiz vardır. Düşünün, bir kadın ve bir erkek ilişkilendiği için dünyaya gelebildik. Bizler ilişkiden doğan ve ilişki içinde var olan canlılarız. İlk ilişkimizi ailemizle kurduk mesela. Aile hayatımızı şöyle hatırlayabildiğimizden de önce başlatabilsek en muhtaç olduğumuz vakitlerde yanımızda bir anne ve baba görürüz çoğu zaman. Gördüklerimiz, duyduklarımız ve dahi hatırlayabildiklerimizle beraber onlardan ne çok şey aldığımızı hem fark edebilir hem takdir edebilir hem de ayıklayabiliriz asıl kendiliğimizi ararken. Fark etmek kendimizi daha doğru ve daha dikkatli bir şekilde izleme kapasitemizi geliştirmek anlamında en önemli enstrümanımızdır bana göre.
Bulduğumuz hayatın mevcut benimizi nasıl şekillendirdiğini fark etmeye başlayabilirsek sorunlarımızın da nereden geldiği ve hayatımızın hangi alanlarında daha dikkatli olmamız gerektiği konusunda bize yol gösterebilir daha akıllıca seçimler yapabilmek hususunda. Mirasyedi olmayıp kendi alın terimizi; sorularımızı, sorunlarımızı, hayallerimizi ve eylemlerimizi yaşamımıza harç edebiliriz bu yolla. Bu yolculukta çıkmaz sokaklar da vardır. Örneğin, kendimize yalan söylemek konusunda mahir olduğumuz zamanlar az da değildir. Usta sinemacı Akira Kurosawa, Rashomon filmiyle insanın kendisi söz konusu olduğunda ne denli dürüstlükten uzaklaşabildiğini beyaz perdeye bu ölümsüz eseri ile taşımıştır. Bazen acıdan kaçınmak bazen de konforumuzu ya da itibarımızı korumak için yaparız bunu. “Kim, hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?” derken Cemil Meriç de Sokrates’in kişinin bilmediğini bilerek bilgeliğe ulaşabileceğini söylüyor olabilir mi bize? Bence bu şüpheci yaklaşım bizi tevazua çağırır. Her hissettiğimin ya da düşündüğümün tek doğru olmayabileceğini var saydığımda yeni bilgilere açabilirim kendimi. Böylesi bir tevazu inanç ve tutumlarımızı tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini söyler bize. Hakikate sadakat de bunu gerektirir zannımca.
Kendini bilmek meselesinin peşinden gitmeye devam edelim. Aklıma gelen ilk soru “Kimim ben?” oluyor. Bilmeye niyetlendiğim kişi ve onu bilme gayretinde olan kişiler kim? Aynı kişi; ne de zor hem öznesi olmak hem nesnesi olmak bu kendilik bilgisinin. Kimim ben sorusunu pek sormasak da kimsin sen sorusuyla sık sık karşılaşırız. O yüzden buradan başlayalım aramaya. Bu soruyla karşılaştığımızda ilk cevabımız adımız ve soyadımızı söylemek olur çoğu zaman. Örneğin, selam verdikten sonra “Ben Rabia Yavuz” derim tanışmak istediğimde bir başka insanla. Bu iki sözcük beni ne kadar anlatır? Ben dediğim kişi hakkında ne söyler? Halbuki ikisini de ben kazanmadım, bir bedel ödemedim bu isim ve soy isim için ya da emek harcamadım elde edebilmek için. Bir iş başvurusu yapacağımızda da ilk adım olarak bir özgeçmiş hazırlamamız beklenir bizden. Nereden başlarız henüz bizi tanımayan kişilere kendimizi tanıtmak için? Yine önce adımız ve soyadımızla başlar; cinsiyetimiz, nerede ve ne zaman doğduğumuz, eğitim hayatımız ve mesleğimiz gibi bilgileri de içeren bir metin hazırlarız. Ben dediğim bu kişiyi tanıtırken faydalandığım bilgiler kendimi bilmek gibi derin bir meseleyle karşılaştığımda ne kadar işime yarayabilir. Bu dünyada yer kaplarken bana verili olan şeylerle hayata başladığım bilgisini hatırlatması açısından önemlidir zannımca.
Peki, ilk günden son güne kadar benim olduğunu iddia ettiğim şeylerin ne kadarı gerçekten de benim? Ne kadarı ben? Oysa ben; bir isim değil. Yaşım, ırkım ya da cinsiyetim de değil. Hatta karakter özelliklerim, dini ya da siyasi görüşüm ve fiziksel özelliklerim de değil. Bunların hepsinin benden bir parça olduğu doğru ama ben de değil. “Bir ben var benden içeri”nin ne olduğu bilgisi ise belki de kendimizle daha sahici bir buluşma için gerekli olan asıl şey olabilir. Bana verilmiş ve her an da alınabilecek olan özelliklerimden öte ne var bu bende? Psikolojinin penceresinden bakarsak ben derken hem öznesi hem nesnesi olduğumuz şeyin bilgisi bize verilenlerle birliktedir ama ondan da ötede bir yerdedir: “Ben, olmayı umduğum ve dahi olmayı seçtiğim şeyimdir” diyebilirim. Kendimizi bulduğumuz bu hayatın merkezinde ise ilişkilerimiz vardır. Düşünün, bir kadın ve bir erkek ilişkilendiği için dünyaya gelebildik. Bizler ilişkiden doğan ve ilişki içinde var olan canlılarız. İlk ilişkimizi ailemizle kurduk mesela. Aile hayatımızı şöyle hatırlayabildiğimizden de önce başlatabilsek en muhtaç olduğumuz vakitlerde yanımızda bir anne ve baba görürüz çoğu zaman. Gördüklerimiz, duyduklarımız ve dahi hatırlayabildiklerimizle beraber onlardan ne çok şey aldığımızı hem fark edebilir hem takdir edebilir hem de ayıklayabiliriz asıl kendiliğimizi ararken. Fark etmek kendimizi daha doğru ve daha dikkatli bir şekilde izleme kapasitemizi geliştirmek anlamında en önemli enstrümanımızdır bana göre.
Bulduğumuz hayatın mevcut benimizi nasıl şekillendirdiğini fark etmeye başlayabilirsek sorunlarımızın da nereden geldiği ve hayatımızın hangi alanlarında daha dikkatli olmamız gerektiği konusunda bize yol gösterebilir daha akıllıca seçimler yapabilmek hususunda. Mirasyedi olmayıp kendi alın terimizi; sorularımızı, sorunlarımızı, hayallerimizi ve eylemlerimizi yaşamımıza harç edebiliriz bu yolla. Bu yolculukta çıkmaz sokaklar da vardır. Örneğin, kendimize yalan söylemek konusunda mahir olduğumuz zamanlar az da değildir. Usta sinemacı Akira Kurosawa, Rashomon filmiyle insanın kendisi söz konusu olduğunda ne denli dürüstlükten uzaklaşabildiğini beyaz perdeye bu ölümsüz eseri ile taşımıştır. Bazen acıdan kaçınmak bazen de konforumuzu ya da itibarımızı korumak için yaparız bunu. “Kim, hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?” derken Cemil Meriç de Sokrates’in kişinin bilmediğini bilerek bilgeliğe ulaşabileceğini söylüyor olabilir mi bize? Bence bu şüpheci yaklaşım bizi tevazua çağırır. Her hissettiğimin ya da düşündüğümün tek doğru olmayabileceğini var saydığımda yeni bilgilere açabilirim kendimi. Böylesi bir tevazu inanç ve tutumlarımızı tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini söyler bize. Hakikate sadakat de bunu gerektirir zannımca.
Kendini bilmek meselesinin peşinden gitmeye devam edelim. Aklıma gelen ilk soru “Kimim ben?” oluyor. Bilmeye niyetlendiğim kişi ve onu bilme gayretinde olan kişiler kim? Aynı kişi; ne de zor hem öznesi olmak hem nesnesi olmak bu kendilik bilgisinin. Kimim ben sorusunu pek sormasak da kimsin sen sorusuyla sık sık karşılaşırız. O yüzden buradan başlayalım aramaya. Bu soruyla karşılaştığımızda ilk cevabımız adımız ve soyadımızı söylemek olur çoğu zaman. Örneğin, selam verdikten sonra “Ben Rabia Yavuz” derim tanışmak istediğimde bir başka insanla. Bu iki sözcük beni ne kadar anlatır? Ben dediğim kişi hakkında ne söyler? Halbuki ikisini de ben kazanmadım, bir bedel ödemedim bu isim ve soy isim için ya da emek harcamadım elde edebilmek için. Bir iş başvurusu yapacağımızda da ilk adım olarak bir özgeçmiş hazırlamamız beklenir bizden. Nereden başlarız henüz bizi tanımayan kişilere kendimizi tanıtmak için? Yine önce adımız ve soyadımızla başlar; cinsiyetimiz, nerede ve ne zaman doğduğumuz, eğitim hayatımız ve mesleğimiz gibi bilgileri de içeren bir metin hazırlarız. Ben dediğim bu kişiyi tanıtırken faydalandığım bilgiler kendimi bilmek gibi derin bir meseleyle karşılaştığımda ne kadar işime yarayabilir. Bu dünyada yer kaplarken bana verili olan şeylerle hayata başladığım bilgisini hatırlatması açısından önemlidir zannımca.
Peki, ilk günden son güne kadar benim olduğunu iddia ettiğim şeylerin ne kadarı gerçekten de benim? Ne kadarı ben? Oysa ben; bir isim değil. Yaşım, ırkım ya da cinsiyetim de değil. Hatta karakter özelliklerim, dini ya da siyasi görüşüm ve fiziksel özelliklerim de değil. Bunların hepsinin benden bir parça olduğu doğru ama ben de değil. “Bir ben var benden içeri”nin ne olduğu bilgisi ise belki de kendimizle daha sahici bir buluşma için gerekli olan asıl şey olabilir. Bana verilmiş ve her an da alınabilecek olan özelliklerimden öte ne var bu bende? Psikolojinin penceresinden bakarsak ben derken hem öznesi hem nesnesi olduğumuz şeyin bilgisi bize verilenlerle birliktedir ama ondan da ötede bir yerdedir: “Ben, olmayı umduğum ve dahi olmayı seçtiğim şeyimdir” diyebilirim. Kendimizi bulduğumuz bu hayatın merkezinde ise ilişkilerimiz vardır. Düşünün, bir kadın ve bir erkek ilişkilendiği için dünyaya gelebildik. Bizler ilişkiden doğan ve ilişki içinde var olan canlılarız. İlk ilişkimizi ailemizle kurduk mesela. Aile hayatımızı şöyle hatırlayabildiğimizden de önce başlatabilsek en muhtaç olduğumuz vakitlerde yanımızda bir anne ve baba görürüz çoğu zaman. Gördüklerimiz, duyduklarımız ve dahi hatırlayabildiklerimizle beraber onlardan ne çok şey aldığımızı hem fark edebilir hem takdir edebilir hem de ayıklayabiliriz asıl kendiliğimizi ararken. Fark etmek kendimizi daha doğru ve daha dikkatli bir şekilde izleme kapasitemizi geliştirmek anlamında en önemli enstrümanımızdır bana göre.
Bulduğumuz hayatın mevcut benimizi nasıl şekillendirdiğini fark etmeye başlayabilirsek sorunlarımızın da nereden geldiği ve hayatımızın hangi alanlarında daha dikkatli olmamız gerektiği konusunda bize yol gösterebilir daha akıllıca seçimler yapabilmek hususunda. Mirasyedi olmayıp kendi alın terimizi; sorularımızı, sorunlarımızı, hayallerimizi ve eylemlerimizi yaşamımıza harç edebiliriz bu yolla. Bu yolculukta çıkmaz sokaklar da vardır. Örneğin, kendimize yalan söylemek konusunda mahir olduğumuz zamanlar az da değildir. Usta sinemacı Akira Kurosawa, Rashomon filmiyle insanın kendisi söz konusu olduğunda ne denli dürüstlükten uzaklaşabildiğini beyaz perdeye bu ölümsüz eseri ile taşımıştır. Bazen acıdan kaçınmak bazen de konforumuzu ya da itibarımızı korumak için yaparız bunu. “Kim, hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?” derken Cemil Meriç de Sokrates’in kişinin bilmediğini bilerek bilgeliğe ulaşabileceğini söylüyor olabilir mi bize? Bence bu şüpheci yaklaşım bizi tevazua çağırır. Her hissettiğimin ya da düşündüğümün tek doğru olmayabileceğini var saydığımda yeni bilgilere açabilirim kendimi. Böylesi bir tevazu inanç ve tutumlarımızı tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini söyler bize. Hakikate sadakat de bunu gerektirir zannımca.