İzmir’deyim bir süredir. Aile evimde. Doğduğum büyüdüğüm şehirde. Hayatımın bir dönemini geçirdiğim bu şehre şimdilerde sadece ailemi ziyaret etmek için geliyorum. Aile evimde hâlâ bir çekmecem mahfuz. Arkamda kalan ama saklı tuttuğum şeyler var o çekmecede. Şu kısa hayat yolculuğumun duraklarını temsil eden evraklar, makaleler, fotoğraflar.
Bu ziyaretimde de çekmecemi açıp biraz eskileri karıştırdım. Eskiler dediğime aldanmayın, hâlâ yepyeni ve capcanlılar. Büyük bir iştahla okuduğun gazete makalelerinin kesilmiş parçaları, fotoğrafların basılı olduğu zamanlardan kalan genç ve neşeli olduğum zamanların kanıtları, not defterlerim, kitaplarım ve günlükler. Günlüklerimden birini okurken iki duygu çok aşikâr bir şekilde satırlardan canlanıp ortaya çıktı.
Birincisi acı. Kendi küçük dünyamda “Bazı insanlar diğerlerine zarar verdiğinde, kimi haklarım elimden alındığında, görmezden gelindiğimde çok acı çekmişim yazdıklarıma bakılırsa. Öte yandan başka bir duyguyu daha aradım satırlarda… Öfkeyi. Bulamadım. Belki öfke değil de hüzün olarak yaşamışım bunca hayal kırıklıklarını. Belki öfkeyi tanımadığım için adını da koyamamışım. Belki henüz bilmediğim başka sebepleri vardı.
İkinci duygu ise umut. Onca engellenme ve sıkışmışlığın karanlığı içindeyken ışığın varlığından emin olmak. Kapatılmış yolların açılacağına; yüzüme kapanan kapıların değil, başka yeni kapıların varlığına ve belki bir gün açılacağına dair olan umut. Umudum eskimeden duruyor o satırlarda. Hala aynı umudu taşıyorum da.
Şu kısa ömrümde öğrendiğim bir şey varsa oda şudur ki; insan aceleci hayat ise sabırlı. Çaldığım birçok kapının açılmadığına hatta bazılarının yüzüme çok sertçe kapandığına şahit oldum ama içimdeki o umut hep “Yine dene, yenisini dene” dedi bana. “Pes etme, azmet” diyen o ses bazen kısıktı bazen yüreğimi yırtacakmışçasına da çok güçlüydü. Başka kapılar çalındı sesin şiddetine göre. Sekizinci kapıdan da yanıt alamamış olsam da dokuzuncu kapı bana açıldığında dedim ki “İyi ki ilk sekiz kapı açılmamış, bu nasıl muhteşem bir yola açılan kapıymış”. Bunu her tecrübeyle deneyimlediğimde farklı vesilelerle “Rabia, sen acelecisin ama neyse ki hayat sabırlı” dedim.
Sabır haline çok üzüldüğüm kelimelerden biridir. Sabrı bazen korkularımız bizi ele geçirdiğinde bir yere saklanıp kaldığımızda hatırlarız. Bazen gücümüz yetmediğinde, bazen yorulduğumuzda. Özellikle de dizlerimizde derman bulamadığımızda oturup bir köşeye çökmüş içimiz acılarla acırken ve hatta biz de acılaşırken sabrettiğimizi düşünüyor da olabiliriz. Eylemsiz ve hatta zamandan umudumuzu kestiğimiz vakitlerde içimizin acılarla acılaşmasını izlerken beklediğimiz vakitlerde yanımızda olan sabır eylemi değildir zannımca. Acılar bizi ele geçirirken umudun bizi terk ettiği zamanlarda yaptığımız ya da yapmadığınız her şey için kullandığımız o eylemsizlik halinin adı sabır olmasa gerek.
Sabır vakur görünüşünün altında canlı bir eylemdir zannımca. Mevziyi terk etmediğimiz, çaldığımız kapılar açılmadığın da kapılara küsmeden ya da “Madem kapı açılmadı henüz ben gidiyorum o zaman” demek de değil. Ne terk ne vaz geçiş. Zahire aldanmadan vakte sadakatten ayrılmayış.
Sabır, gönlümüzde olana sahip çıktığımız ve onu pamuklar içinde saklarken ona iyi bakmaya devam ettiğimiz bir yer. Aynı çocukken ilkokulda bize verdikleri o fasulye tanesi gibi. Islak pamuklara sarmıştım bana verilen fasulye tanesini. Her gün kuruyan pamukları tekrar ıslatırken hevesle açardım pamukları acaba fasulye büyüdü mü diye. Sabır sanki o pamukların içerisindeki fasulye tanesinde olduğu gibi; ilk günlerde bir değişiklik görmeseniz bile özenle, merakla ve heyecanla ertesi gün yeniden kuruyan pamukları ıslatmaya devam etme niyetinden vazgeçmemektir. Fasulye tanesi hemen tomurcuk vermediyse bile yarın verebileceğini hiç aklınızdan çıkartmadan o tohumdan umudunuzu kesmemek ne güzeldir.
İzmir’deyim bir süredir. Aile evimde. Doğduğum büyüdüğüm şehirde. Hayatımın bir dönemini geçirdiğim bu şehre şimdilerde sadece ailemi ziyaret etmek için geliyorum. Aile evimde hâlâ bir çekmecem mahfuz. Arkamda kalan ama saklı tuttuğum şeyler var o çekmecede. Şu kısa hayat yolculuğumun duraklarını temsil eden evraklar, makaleler, fotoğraflar.
Bu ziyaretimde de çekmecemi açıp biraz eskileri karıştırdım. Eskiler dediğime aldanmayın, hâlâ yepyeni ve capcanlılar. Büyük bir iştahla okuduğun gazete makalelerinin kesilmiş parçaları, fotoğrafların basılı olduğu zamanlardan kalan genç ve neşeli olduğum zamanların kanıtları, not defterlerim, kitaplarım ve günlükler. Günlüklerimden birini okurken iki duygu çok aşikâr bir şekilde satırlardan canlanıp ortaya çıktı.
Birincisi acı. Kendi küçük dünyamda “Bazı insanlar diğerlerine zarar verdiğinde, kimi haklarım elimden alındığında, görmezden gelindiğimde çok acı çekmişim yazdıklarıma bakılırsa. Öte yandan başka bir duyguyu daha aradım satırlarda… Öfkeyi. Bulamadım. Belki öfke değil de hüzün olarak yaşamışım bunca hayal kırıklıklarını. Belki öfkeyi tanımadığım için adını da koyamamışım. Belki henüz bilmediğim başka sebepleri vardı.
İkinci duygu ise umut. Onca engellenme ve sıkışmışlığın karanlığı içindeyken ışığın varlığından emin olmak. Kapatılmış yolların açılacağına; yüzüme kapanan kapıların değil, başka yeni kapıların varlığına ve belki bir gün açılacağına dair olan umut. Umudum eskimeden duruyor o satırlarda. Hala aynı umudu taşıyorum da.
Şu kısa ömrümde öğrendiğim bir şey varsa oda şudur ki; insan aceleci hayat ise sabırlı. Çaldığım birçok kapının açılmadığına hatta bazılarının yüzüme çok sertçe kapandığına şahit oldum ama içimdeki o umut hep “Yine dene, yenisini dene” dedi bana. “Pes etme, azmet” diyen o ses bazen kısıktı bazen yüreğimi yırtacakmışçasına da çok güçlüydü. Başka kapılar çalındı sesin şiddetine göre. Sekizinci kapıdan da yanıt alamamış olsam da dokuzuncu kapı bana açıldığında dedim ki “İyi ki ilk sekiz kapı açılmamış, bu nasıl muhteşem bir yola açılan kapıymış”. Bunu her tecrübeyle deneyimlediğimde farklı vesilelerle “Rabia, sen acelecisin ama neyse ki hayat sabırlı” dedim.
Sabır haline çok üzüldüğüm kelimelerden biridir. Sabrı bazen korkularımız bizi ele geçirdiğinde bir yere saklanıp kaldığımızda hatırlarız. Bazen gücümüz yetmediğinde, bazen yorulduğumuzda. Özellikle de dizlerimizde derman bulamadığımızda oturup bir köşeye çökmüş içimiz acılarla acırken ve hatta biz de acılaşırken sabrettiğimizi düşünüyor da olabiliriz. Eylemsiz ve hatta zamandan umudumuzu kestiğimiz vakitlerde içimizin acılarla acılaşmasını izlerken beklediğimiz vakitlerde yanımızda olan sabır eylemi değildir zannımca. Acılar bizi ele geçirirken umudun bizi terk ettiği zamanlarda yaptığımız ya da yapmadığınız her şey için kullandığımız o eylemsizlik halinin adı sabır olmasa gerek.
Sabır vakur görünüşünün altında canlı bir eylemdir zannımca. Mevziyi terk etmediğimiz, çaldığımız kapılar açılmadığın da kapılara küsmeden ya da “Madem kapı açılmadı henüz ben gidiyorum o zaman” demek de değil. Ne terk ne vaz geçiş. Zahire aldanmadan vakte sadakatten ayrılmayış.
Sabır, gönlümüzde olana sahip çıktığımız ve onu pamuklar içinde saklarken ona iyi bakmaya devam ettiğimiz bir yer. Aynı çocukken ilkokulda bize verdikleri o fasulye tanesi gibi. Islak pamuklara sarmıştım bana verilen fasulye tanesini. Her gün kuruyan pamukları tekrar ıslatırken hevesle açardım pamukları acaba fasulye büyüdü mü diye. Sabır sanki o pamukların içerisindeki fasulye tanesinde olduğu gibi; ilk günlerde bir değişiklik görmeseniz bile özenle, merakla ve heyecanla ertesi gün yeniden kuruyan pamukları ıslatmaya devam etme niyetinden vazgeçmemektir. Fasulye tanesi hemen tomurcuk vermediyse bile yarın verebileceğini hiç aklınızdan çıkartmadan o tohumdan umudunuzu kesmemek ne güzeldir.
İzmir’deyim bir süredir. Aile evimde. Doğduğum büyüdüğüm şehirde. Hayatımın bir dönemini geçirdiğim bu şehre şimdilerde sadece ailemi ziyaret etmek için geliyorum. Aile evimde hâlâ bir çekmecem mahfuz. Arkamda kalan ama saklı tuttuğum şeyler var o çekmecede. Şu kısa hayat yolculuğumun duraklarını temsil eden evraklar, makaleler, fotoğraflar.
Bu ziyaretimde de çekmecemi açıp biraz eskileri karıştırdım. Eskiler dediğime aldanmayın, hâlâ yepyeni ve capcanlılar. Büyük bir iştahla okuduğun gazete makalelerinin kesilmiş parçaları, fotoğrafların basılı olduğu zamanlardan kalan genç ve neşeli olduğum zamanların kanıtları, not defterlerim, kitaplarım ve günlükler. Günlüklerimden birini okurken iki duygu çok aşikâr bir şekilde satırlardan canlanıp ortaya çıktı.
Birincisi acı. Kendi küçük dünyamda “Bazı insanlar diğerlerine zarar verdiğinde, kimi haklarım elimden alındığında, görmezden gelindiğimde çok acı çekmişim yazdıklarıma bakılırsa. Öte yandan başka bir duyguyu daha aradım satırlarda… Öfkeyi. Bulamadım. Belki öfke değil de hüzün olarak yaşamışım bunca hayal kırıklıklarını. Belki öfkeyi tanımadığım için adını da koyamamışım. Belki henüz bilmediğim başka sebepleri vardı.
İkinci duygu ise umut. Onca engellenme ve sıkışmışlığın karanlığı içindeyken ışığın varlığından emin olmak. Kapatılmış yolların açılacağına; yüzüme kapanan kapıların değil, başka yeni kapıların varlığına ve belki bir gün açılacağına dair olan umut. Umudum eskimeden duruyor o satırlarda. Hala aynı umudu taşıyorum da.
Şu kısa ömrümde öğrendiğim bir şey varsa oda şudur ki; insan aceleci hayat ise sabırlı. Çaldığım birçok kapının açılmadığına hatta bazılarının yüzüme çok sertçe kapandığına şahit oldum ama içimdeki o umut hep “Yine dene, yenisini dene” dedi bana. “Pes etme, azmet” diyen o ses bazen kısıktı bazen yüreğimi yırtacakmışçasına da çok güçlüydü. Başka kapılar çalındı sesin şiddetine göre. Sekizinci kapıdan da yanıt alamamış olsam da dokuzuncu kapı bana açıldığında dedim ki “İyi ki ilk sekiz kapı açılmamış, bu nasıl muhteşem bir yola açılan kapıymış”. Bunu her tecrübeyle deneyimlediğimde farklı vesilelerle “Rabia, sen acelecisin ama neyse ki hayat sabırlı” dedim.
Sabır haline çok üzüldüğüm kelimelerden biridir. Sabrı bazen korkularımız bizi ele geçirdiğinde bir yere saklanıp kaldığımızda hatırlarız. Bazen gücümüz yetmediğinde, bazen yorulduğumuzda. Özellikle de dizlerimizde derman bulamadığımızda oturup bir köşeye çökmüş içimiz acılarla acırken ve hatta biz de acılaşırken sabrettiğimizi düşünüyor da olabiliriz. Eylemsiz ve hatta zamandan umudumuzu kestiğimiz vakitlerde içimizin acılarla acılaşmasını izlerken beklediğimiz vakitlerde yanımızda olan sabır eylemi değildir zannımca. Acılar bizi ele geçirirken umudun bizi terk ettiği zamanlarda yaptığımız ya da yapmadığınız her şey için kullandığımız o eylemsizlik halinin adı sabır olmasa gerek.
Sabır vakur görünüşünün altında canlı bir eylemdir zannımca. Mevziyi terk etmediğimiz, çaldığımız kapılar açılmadığın da kapılara küsmeden ya da “Madem kapı açılmadı henüz ben gidiyorum o zaman” demek de değil. Ne terk ne vaz geçiş. Zahire aldanmadan vakte sadakatten ayrılmayış.
Sabır, gönlümüzde olana sahip çıktığımız ve onu pamuklar içinde saklarken ona iyi bakmaya devam ettiğimiz bir yer. Aynı çocukken ilkokulda bize verdikleri o fasulye tanesi gibi. Islak pamuklara sarmıştım bana verilen fasulye tanesini. Her gün kuruyan pamukları tekrar ıslatırken hevesle açardım pamukları acaba fasulye büyüdü mü diye. Sabır sanki o pamukların içerisindeki fasulye tanesinde olduğu gibi; ilk günlerde bir değişiklik görmeseniz bile özenle, merakla ve heyecanla ertesi gün yeniden kuruyan pamukları ıslatmaya devam etme niyetinden vazgeçmemektir. Fasulye tanesi hemen tomurcuk vermediyse bile yarın verebileceğini hiç aklınızdan çıkartmadan o tohumdan umudunuzu kesmemek ne güzeldir.