Modern yaşamda baskın bir beklenti var. Her daim mutluluğun ya da iyi hissetmenin peşinde olmalıymışız gibi. Şöyle hızlıca kitap raflarına göz atsak mutluluk hakkında yazılan birçok kitap görebiliriz: “Mutluluk Kürleri”, Mutluluk Rehberi” gibi bir sürü kitapla karşılaşıyoruz. “İyi Hissetmek” “Zor Duygularla Baş Etmek” atölyeleri düzenleniyor ya da satılıyor. Sosyal medya bizi daha hızlı ve oldukça da pahalı paketlerle dertlerimizden nasıl kurtarıp mutluluğa ulaştıracaklarını söyleyen uzman ve koçlarla doldu. Bu arayışın bize işaret ettiği yere bakmakta fayda var. Mutluluk peşinde koşulan bir şey. İlaç endüstrisi de bunun farkında ve antidepresan ilaçların kullanım oranları her geçen gün artmakta. İlaç sektörü de acıdan kaçan ve mutluluk arayan yanımızdan kendine düşen pasta payını almak için yarışmakta.
Oysa yaşadığımız hayat, hikayemizin başka olduğunu söylüyor bize. Zor günlerden geçiyoruz ve kimi duyguları deneyimlemek daha da zorluyor bizi. Zorlandığımız yer ise bu duyguların bize derin acılar yaşatması. Korku, üzüntü, utanç, suçluluk, pişmanlık… Bu tür acı veren duyguları hissetmeyen iki tür insan vardır: Psikopatlar ve ölüler. Acı verse de bu duyguları hissedebilmek insan olduğumuzun, insan kaldığımızın, akıl sağlığımızın yerinde olduğunun ve hayatta olduğumuzun göstergesi. Üzüntü, korku ya da utanç gibi duyguları hissetmek de akıl sağlığına dahil. Asıl mesele, bu duygulardan kurtulmaya çalışmak değil onlara kendimizde güvenli bir yer açabilmek.
Mevlâna Celâleddin-i Rumî, “İnsan kısmı bir misafirhane. Her sabah yeni birisi gelir. Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik, hepsi beklenmedik misafir. Hepsini karşılayıp eyle! Karanlık düşünce, utangaç ve garez… Hepsini gülerek karşıla kapıda. Ve buyur et içeri. Minnettar ol her gelene, kim gelirse gelsin çünkü bunların her birisi öte taraftan bir kılavuz olarak gönderildi,” diyordu. Misafirlere içimizde yer açabilirsek onlar bizim konuğumuz olacak. Daha zor şeylerle karşılaştığımızda daha güçlü bireyler olarak hazır olmamızı sağlayacak. Aynı aşı gibi. Nasıl bağışıklık sistemimiz güçlensin diye aşı oluyorsak misafir edebildiğimiz duygular da bizim psikolojik sağlamlığımızı artıracak. Ancak acılarımızı sağlıksız başa çıkma mekanizmalarıyla başımızdan savmaya kalkıştığımızda sadece büyüme fırsatını da kaçırmıyoruz. Üstelik içinden çıkılması çok güç çıkmaz sokaklara girebiliyoruz: Duygusal boşluktan kaçmak için midemizi doldurmak. Kendimizle karşılaşmaktan kaçındığımız için alkol ya da madde gibi bağımlılık yapan ürünlere yönelmek. İçimizdeki sıkıntıya bakmamak için saatlerce ekranlardan gözümüzü ayıramamak.
Peki, ne yapsak da içimizi zorlandığımız duygulara da açabilsek. Çok güzel bir hikâye vardır. Bir talebe gelir üstadına: “Artık bu acıya dayanamıyorum. Kurtar beni. Bana bir yol göster” der. Üstat, bir bardak, bir sürahi ve biraz tuz ister diğer talebesinden. Bardağın bir kısmına su doldurduktan sonra bir parça da tuz ekler suya. Tuzlu suyu uzatır içsin diye talebeye, bir yudum alan talebe yüzünü ekşitir zira su içilecek gibi değildir. Üstat sürahiden biraz temiz su ekler ve yine uzatır talebesine. Her temiz suyun eklenişinde sudaki tuzun tadı azaldıkça azalır. Bardağın içilebilir kıvama nasıl geldiğini tadarak da anlayınca talebe ne yapması gerektiğini anlar. Temiz sudan ekledikçe hayatımıza hayat lezzetini yeniden kazanacaktır. Hayatımızdaki temiz su kaynakları neler olabilir? Siz hangi kaynaklardan beslenip tazeliyorsunuz yaşamınızı? Lütfen paylaşın bizimle de.
Modern yaşamda baskın bir beklenti var. Her daim mutluluğun ya da iyi hissetmenin peşinde olmalıymışız gibi. Şöyle hızlıca kitap raflarına göz atsak mutluluk hakkında yazılan birçok kitap görebiliriz: “Mutluluk Kürleri”, Mutluluk Rehberi” gibi bir sürü kitapla karşılaşıyoruz. “İyi Hissetmek” “Zor Duygularla Baş Etmek” atölyeleri düzenleniyor ya da satılıyor. Sosyal medya bizi daha hızlı ve oldukça da pahalı paketlerle dertlerimizden nasıl kurtarıp mutluluğa ulaştıracaklarını söyleyen uzman ve koçlarla doldu. Bu arayışın bize işaret ettiği yere bakmakta fayda var. Mutluluk peşinde koşulan bir şey. İlaç endüstrisi de bunun farkında ve antidepresan ilaçların kullanım oranları her geçen gün artmakta. İlaç sektörü de acıdan kaçan ve mutluluk arayan yanımızdan kendine düşen pasta payını almak için yarışmakta.
Oysa yaşadığımız hayat, hikayemizin başka olduğunu söylüyor bize. Zor günlerden geçiyoruz ve kimi duyguları deneyimlemek daha da zorluyor bizi. Zorlandığımız yer ise bu duyguların bize derin acılar yaşatması. Korku, üzüntü, utanç, suçluluk, pişmanlık… Bu tür acı veren duyguları hissetmeyen iki tür insan vardır: Psikopatlar ve ölüler. Acı verse de bu duyguları hissedebilmek insan olduğumuzun, insan kaldığımızın, akıl sağlığımızın yerinde olduğunun ve hayatta olduğumuzun göstergesi. Üzüntü, korku ya da utanç gibi duyguları hissetmek de akıl sağlığına dahil. Asıl mesele, bu duygulardan kurtulmaya çalışmak değil onlara kendimizde güvenli bir yer açabilmek.
Mevlâna Celâleddin-i Rumî, “İnsan kısmı bir misafirhane. Her sabah yeni birisi gelir. Bir sevinç, bir bunalım, bir zalimlik, hepsi beklenmedik misafir. Hepsini karşılayıp eyle! Karanlık düşünce, utangaç ve garez… Hepsini gülerek karşıla kapıda. Ve buyur et içeri. Minnettar ol her gelene, kim gelirse gelsin çünkü bunların her birisi öte taraftan bir kılavuz olarak gönderildi,” diyordu. Misafirlere içimizde yer açabilirsek onlar bizim konuğumuz olacak. Daha zor şeylerle karşılaştığımızda daha güçlü bireyler olarak hazır olmamızı sağlayacak. Aynı aşı gibi. Nasıl bağışıklık sistemimiz güçlensin diye aşı oluyorsak misafir edebildiğimiz duygular da bizim psikolojik sağlamlığımızı artıracak. Ancak acılarımızı sağlıksız başa çıkma mekanizmalarıyla başımızdan savmaya kalkıştığımızda sadece büyüme fırsatını da kaçırmıyoruz. Üstelik içinden çıkılması çok güç çıkmaz sokaklara girebiliyoruz: Duygusal boşluktan kaçmak için midemizi doldurmak. Kendimizle karşılaşmaktan kaçındığımız için alkol ya da madde gibi bağımlılık yapan ürünlere yönelmek. İçimizdeki sıkıntıya bakmamak için saatlerce ekranlardan gözümüzü ayıramamak.
Peki, ne yapsak da içimizi zorlandığımız duygulara da açabilsek. Çok güzel bir hikâye vardır. Bir talebe gelir üstadına: “Artık bu acıya dayanamıyorum. Kurtar beni. Bana bir yol göster” der. Üstat, bir bardak, bir sürahi ve biraz tuz ister diğer talebesinden. Bardağın bir kısmına su doldurduktan sonra bir parça da tuz ekler suya. Tuzlu suyu uzatır içsin diye talebeye, bir yudum alan talebe yüzünü ekşitir zira su içilecek gibi değildir. Üstat sürahiden biraz temiz su ekler ve yine uzatır talebesine. Her temiz suyun eklenişinde sudaki tuzun tadı azaldıkça azalır. Bardağın içilebilir kıvama nasıl geldiğini tadarak da anlayınca talebe ne yapması gerektiğini anlar. Temiz sudan ekledikçe hayatımıza hayat lezzetini yeniden kazanacaktır. Hayatımızdaki temiz su kaynakları neler olabilir? Siz hangi kaynaklardan beslenip tazeliyorsunuz yaşamınızı? Lütfen paylaşın bizimle de.