Şair Ece Ayhan, Nazım Hikmet için, “İnönü olmasaydı Nazım Hikmet İnönü olurdu” mealinde bir cümle kullanır. Yani -sanırım- şunu söyler: Nazım Hikmet’e tek parti döneminde yaşatılan tutsaklık, bir “rejim karşıtlığı” bağlamında okunmamalı… Haklı mı? ‘Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü’ filminde Alaeddin Eretna’nın verdiği ironik cevapla bu soruyu yanıtlayalım: Onu ulemaya bıraktık.
Öyle veya böyle, Nazım Hikmet 1933 – 1950 yılları arasında tam 11 yıl Bursa hapishanesinde kaldı. O günlerden bir gün, Bursa hapishanesinde Ahmet adında bir Bedreddinî ile tanıştı [1] Ahmet, Nazım Hikmet’e orada Şeyh Bedreddin’i anlattı. “Şeyh’in Serez’de idam edildikten sonra, cesedinin gece gelen gizemli/genç bir atlı tarafından götürüldüğünü” söyledi. [2]
Nazım Hikmet, Bedreddinî Ahmet’in naklettiği menkıbelerden o denli etkilendi ki, ‘Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazmayı kararlaştırdı. O zamana dek Bedreddin hakkında müstakil olarak yazılmış tek eser, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Diyanet İşleri başkanı Mehmet Şerefettin Yaltkaya’nın ‘Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’ adlı bir risaleydi. Nazım, Bedreddin’i bu mollanın ‘okka ve divitinden’ kurtarmak için fevkalade bir iştiyak içerisine girdi! [3]
Bedreddin Destanı’ndan anlıyoruz ki, Nazım Hikmet calışması esnasında Âşıkpaşazâde gibi ilk Osmanlı kaynaklarını da iyiden taramıştır.
Hem okudukları, hem Ahmet’in anlattıkları Nazım’ı çokca etkilese de, büyük şair yazıda üzerinde duracağamız mühim bir detayı atlar. Veya belki de dönem şartlarının dayattığı modanın -profan algısının- kurbanı olur. Bu veya benzer bir nedenle olsa gerek, Ahmet’in verdiği sırrı farkedemez. Ahmet’in hikâyesi bize oysa Bedreddin ile ilgili epey kıymetli bir bilgi vermektedir: “Ali sırrı taşıyan” Şeyh Bedreddin Efendi, genç bir atlı donunda (kılığında) kendi cenazesini kaldırmıştır!
[Nazım, Bursa hapishanesi sonrasında Bedreddin hakkında bugün hâlâ aşılamamış muazzam bir manzum destan kaleme alsa da, materyalist bakış açısı -odaklandığı ve beslemek istediği ideolojisi- nedeniyle belki de birçok manevî vecheyi atlamıştır. Ahmet’in verdiği sır, “kendi cenazesini kaldırma” kısmı bunlardan sadece biri. Fakat bunu bir ‘yabancılık’ bağlamında okumamak gerekir. Zira Nazım Hikmet’in dedeleri Osmanlı içersinde saygın vazife ve hizmetlerde bulunmuş paşalardı… Nazım’ın aile hikayesi için Haluk Oral’ın biyografi çalışmasına bakınız.]
Ali Cengnameleri veya bu Cengnameler tesiriyle yazılmış Menakıbnameler ile Destanları okumuş ya da duymuş olanlar bilir, Hz Ali’nin cenazesi milat olmak üzere başlatılan bir inanç vardır: Hz. Ali ve onun mübarek soyundan gelen gazi ve gazi-erenler öldükten sonra kendi cenazelerini kendileri kaldırır. [4]
Tabii başta bu bir sırdır. Ama muhakkak olay örgüsü içerisinde ifşa olur. Mesela Hacı Bektaş-ı Velî, halifesi Sarı İsmâil’e vefatı sonrası cenazesini alacak kişiyi tarif eder. İsmâil de şaşırır. Gün gelir Hünkâr göçer. İsmâil bir bakar ki gerçekten Hünkâr Hacı Bektaş’ın tarif ettiği o kişi çıkar gelir. İsmâil peçesini bir kaldırır ki cenazeyi almaya gelen kişi Hacı Bektaş-ı Velî’nin ta kendisidir. [5] İster inan ister inanma.
Müslüman Oğuz’un sözlü kültür ile beslediği hikmete/inanca göre Ali bir sır’dır. Bu sırrı taşıyanlar ölmez. Devrolur. Çünkü Yûnus’un deyimiyle “canlar ölesi değildir”. Çünkü dünya hayatları ihlasla ve mücahede ile geçmiştir. Kur’ân-ı Azîmüşşan’daki ifadeyle: Allah yolunda ölenlere ölüler denmez.
Bedreddinî Ahmet’in Nazım’a anlattığı hikayeden anlıyoruz ki Şeyh Bedreddin’in de bu sırrı taşıyanlardan biri olduğuna inanılır. [Bilhassa Trakya ve Bulgaristan Türkmenleri arasında bir kült olarak varlığını sürdüren Bedreddin hakkında yerel menkıbeleri Nurdan Arca sahada gezerek araştırmıştır. Kitabı da yayımlanan bu belgesel çalışmasında ne yazık ki “ilerici Bedreddin” gibi anakronik ifadeler yer alır. Bunun nedeni Şeyh’in Varidat’ının iyi tetkik edilmemiş olması gibi görünür. Zira “İbnü’l-vakt” hassasiyeti gereği sûfilerden ilerici-gerici gibi profan ve yüzeysel bakış açıları beklemeyiz].
Hünkâr Hacı Bektaş’ın ‘sırrını devrettiği’ Kadıncık Ana’nın müridi Abdal Musa’nın bir dörtlüğünü paylaşayım şimdi:
Güvercin donuyla Urum’a uçan
İmamlar evinün kapusun açan
Cümle evliyalar üstünden geçen
Var mıdır hiçbir er Ali’den gayrı
Abdal Musa, güvercin donunda Urum’a uçan (Anadolu’ya gelen) Ali’den başka bir er var mıdır diye sorar. Bu sırrı bilmeyen de şaşar: Gelen Hacı Bektaş-ı Velî midir Ali mi? Bu kadar da değildir. Bizzat Hünkâr Hacı Bektaş Velî, Velayetname’nin sonunda Abdal Musa olarak yeniden geleceğini söyler.
Şimdi Şah Hatayî’nin meşhur bir gazeline kulak verelim:
Allah Allah din gaziler
Gaziler deyin şah menem
Karşu gelün secde kılun
Gaziler deyin şah menem
Uçmakta tuti kuşuyam
Ağır leşker er başıyam
Men sufiler yoldaşıyam
Gaziler deyin şah menem
Ne yerd’ekersen biterim
Handa çağırsan yeterim
Sufiler elin dutarım
Gaziler deyin şah menem
Mansur ile darda idim
Halil ile narda idim
Musa ile Tur’da idim
Gaziler deyin şah menem
Tahkıyk ile şahı tanun
Nevruz edin şaha yetün
Hey gaziler secde kılun
Gaziler deyin şah menem
Kırmızı taclu boz atlu
Ağır leşkeri nisbetlü
Yusuf Peygamber sıfatlu
Gaziler deyin şah menem
Hatai’yem al atluyam
Sözü şekerden datluyam
Murtaza Ali zatluyam
Gaziler deyin şah menem
Irene Melikoff, Velayetname ve Divanlardan yola çıkarak [Ahmet Yaşar Ocak hoca Velayetnameler için mensur, Divanlar için manzum teoloji kitapları der] Türkmen Müslümanlığında reenkarnasyon ve tenasüh üzerinde yoğun şekilde durur. Tabii bakış açısı böyle olunca, Ali sırrını taşıyanların kendi cenazesini kaldırması da herhalde bu inancın bir sonucudur. Hatta Melikoff ironisini güçlendirmek için olsa gerek ki Şah İsmail’in Çaldıran Savaşı mağlubiyetiyle Ali olmadığını fark ettiğini ve bu nedenle çöküntü yaşadığını söyler. Sanki bu çöküntüyü yaşamak için savaşı kaybetmek tek başına yeterli bir sebep değildir…
Nihayetinde söylemeliyiz ki, Şeyh Bedreddin hikayesinde de görünen bu “geri dönüş”, “velayetin devri” olarak okunmalıdır. Tasavvufî literatür ve ıstılahlara kâl ilmi seviyesinde dahi olsa aşinalık taşıyanlar, makam meselesine yabancı değildir. Hacı Bektaş Velî de meşhur risalesini (Makalat) 4 Kapı 40 Makam şeklinde tanzim etmiştir. İnsan bir seyr’in parçasıdır. Hangi an’daysa (an burada bulunduğu makam ölçüsünde Allah’a dair idrakidir) kendinden o tecelli edecektir. Ali makamı da bu makamlardan bir makamdır. O makamda bulunan (mirac etmiş olan) sûfiler, Ali’den gelen velayet sırrının taşıyıcısı olarak kendilerini görürler. Bu makam, devr halinde her dönemde tecelli edeceği beşeri bulacaktır (40’ların her seferinde her vefatta yeni bir eren ile tamamlanması gibi).
Zamanın kutbu görünen Hacı Bayram Velî, “Hacı Bayrâm kendü banlar ol şârın minâresinde” neden diyor? Her şeyi de bana söyletmeyin. Bursevî’nin Çalabım Bir Şar Yaratmış şerhini lütfen tetkik edin.
Hikmet geleneğimizin kesin olarak tasavvufî ıstılahların reddedilmeyerek (buradan beslenerek) yeniden yazılması gerekiyor. Yoksa Nazım Hikmet de olsanız, sır sanırım size açılmıyor.
[1] Bedreddinîler hakkında Refik Engin’in çalışmalarına bakılabilir.
[2] Kitabına Bedreddinî Ahmet’in hikayesiyle başlayan Samet Altıntaş’ın Ben Şeyh Bedreddin adlı provokatif çalışmasını öneririm.
[3] Nazım Hikmet’in Bedreddin destanıyla birlikte arka plan için destana yazdığı zeyl’i de muhakkak okunmalıdır
[4] Irene Melikoff – Uyur İdik Uyardılar… Bu konuda mustakil bir makale için: Mehmet Özgür Ersan – Hz. Ali’nin Kendi Cenazesini Taşıması
[5] Hacı Bektaş Velî hakkındaki menkıbeler için bakılması gereken yegane eser Firdevs-i Rumî’nin okka ve divitinden çıkmış Velayetname’dir.