mehmet hakan kekeç

Mehmet Hakan KEKEÇ – 01 Şubat 2024

 

Osmanlı’nın ehl-i tasavvuf büyük münevverlerinden, Mevlîd şârihi ve Sefine-i Evliya müellifi, Uşşakî canların manevi babası Hüseyin Vassâf Efendi’nin okuyanları dehşete düşürebilecek bir eseri vardır: Vâkıât… Vassâf Efendi seyr u sülûk süresince yaşadığı 69 vâkıâyı kaydederek oluşturmuştur bu eseri. Vâkıât, vâkıânın çoğuludur. Seyr û sülûk süresince baştan geçen -inanması bizler için pek güç olan- hadiseler demektir. Vassâf Efendi’nin vâkıâları da bu sebeple pek öyle yenir yutulur hadiseler değildir.

Vassâf Efendi’nin kaydettiği 40. vâkıa şöyledir: “Bursa’ya ziyâret-i ehlullah maksadıyla gidilmişti. Evvel emirde Mevlidî Süleyman Çelebi Hazretleri’nin kabr-i enverlerini ziyârette hîn-i tevessülde cemâl-i münevverlerini dîde-i kalb ile görmek müyesser oldu. Ayaklarını öptüm. Manzûme-i mübareke-i mevlidi yazan o mübarek ellerini yüzüme gözüme sürdüm. Taltîf buyurdular. Pek büyük bir mahviyet içinde göründüler. Manzûme-i şerîfeye yazdığım şerhi istihsânen takdir ve tesrîr buyurdular. Duâ ettiler. Tegayyüb eylediler. Bi’l-ihtirâm Fâtihâlar okuyup beraberimde bulunan Şeyh Behcet Efendi Hazretleriyle avdet ettik. Hazret-i Muhammed Üftâde Efendi türbesini ziyarette onları da görmek saadetine erdim. Zayıf, uzunca boylu, kırı çok uzunca sakallı, nûrâniyyü’l-vech bir zât idi. İltifat buyurdular. Ziyaret-i vakıa mütehassıl memnuniyetlerini izhar eylediler. İki cihan saadetine mazhariyetimiz temennisi ile taltîf kıldılar.”

Evet, efendim, doğru anladınız: Vassâf mübarekleri, Bursa ziyaretleri sırasında “görüştüğü” velileri anlatıyor. Ki bu veliler Vassâf Efendi’nin Bursa ziyaretinden yaklaşık 300 – 400 sene evvel yaşamış ve hayatlarını kaybetmişler. Nasıl olabilir? İster inan, ister inanma. Meselemiz bu değil. Meselemiz şudur: Vassâf Efendi bu inanması pek güç hadiseleri hadi diyelim ki yaşadı, neden yazıyor? Kimi neye inandırmak istiyor? Nedir buradaki sır? Biz bu tebşîrattan neler öğrenebiliriz?

Eski İslam bilgini/vaizi/sûfisi (artık ne derseniz) muhatabını iyi tanır ve ona derecesine göre hitap ederdi (tenezzül). Mesela Yûnus’un Divan’da yer alan nutukları havas, mesnevileri ise (öğütleri) avam içindir (tabii bu ayrıma havâssü’l-havâs da eklenebilir). Bir de şathiyye derler bir marifetleri vardır ki bu abdâlların, anlayabilene beş altın para. Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü, bostan ıssı kakıdı, dedi ne yersin kozumu… Buyrun cenaze namazına. Bazı sözleri de öyle dümdüz ve sade gider ki, onları da anlayamayana beş altın para. İşte buradaki nüans, tenezzüldür. Tenezzül meselesine hakim olmayan zevat, abdâl ahalisinin bir şeriata uygun bir muhalif sözü karşısında şaşakalır. Sonra da işine hangisi uygunsa onu alır.

İlginizi çekebilir!  Soykırımcılar BM Kürsüsünde Masumlar İse Ya Mezarda Ya Da Hapiste

Bir de mürşidlerin -yine tenezzül ile ilgili- mizaca/mertebeye uygun terbiye dedikleri ve çok ince yollarla gözettikleri bir menhecleri/usülleri vardır: Salikin, (Bir – 1) Mertebesine (İki – 2) Mizacına bakılır. Ve ona ne kadar gerekiyorsa o kadar söylenir. Çünkü azı doldurmaz fazlası ise taşırır. Eline bir boş kap alan okyanusa dalsa da alacağı ancak o kap kadardır. Üstelik Allah vermesin belki de boğulur. Ya da Yûnus’un dediği gibi, öyleleri vardır, öyleleri vardır ki, deniz olsa birkaç kadeh susalıkları bir türlü kanmaz. Bu iki farklı mertebeye aynı mertebeden denk söz edilmez. Söze de yazıktır.

Salikin mertebesini gözeterek söz etmekte bu sefer irşad edeni alakadar eden temel iki amaç daha vardır: 1) Uygun kitleye/kişiye dozunda konuşarak/vererek doğru anlaşılmak. Elinde kılıçla bekleyen de az değildir çünkü. Tekfir edilmeniz an meselesidir. Hiç duymadınız mı Hallac-ı Mansur’un başına neler geldi… 2) Müslümanlara ihtiyacı/kaldırabileceği nisbette anlatarak/vererek onları mutedil kılmak, taşırmamak. Çünkü adil olan, yerli yerinde olandır. Yani tevhid-i adl’a aracı olmak.

Demek ki Vassâf Efendi bu ‘çılgın’ sözleri havâssü’l-havâs için, yani ehline söylemiştir. Seni beni pek ilgilendirmez. Zaten bu Vâkıât o zamanlar yaşıyor olsak senin benim masama öyle kolay kolay da gelmez. Bakma şimdi bir matbaa marifetiyle yayınlanmış gitmiş. Önümüze gelmiş. Bakıp duruyor, Allah Allah bu da nesidir diye kalakalıyoruz.

Günümüzde artık “büyüsü kaçmış bir dünya” var. Her söz her yerde. Sır hükmünü yitirdi. Altın elden ele gezip dururken sarraf şaşkınlıkla etrafını izliyor. Artık mertebesince konuşup dinleyen kalmadı. Umman dibindeki inciler su üzerinde dolanıyor. Mertebenin yerini imkan aldı. İmkanı olan sözün şehvetine de sahip oluyor (veya kapılıyor). Saklamak için konuşmak bitti. Artık teşhir için konuşuluyor. Hakikatin sükutu yerini yalanın, riyanın ve boş sözün hengamesine bıraktı.

İlginizi çekebilir!  Şimdi Okullu Olduk Sınıfları Doldurduk

Görüyorsunuz: Youtube Instagram marifetiyle herkese rahatlıkla ulaşabileceğini fark eden molla, eline bir mikrofon alıp, zevksiz kürsüsünden herkese hitap etmek, aynı sözle herkes tarafından sevilmek/ilgi görmek ve nihayetinde sadece ‘kalabalıklaşmak’ istiyor. İslam’ı değil, yalnızca bu kalabalık sürüyü gütmek isteyen nefsini temsil ediyor. Bağırıyor, çağırıyor, kızıyor, pot kırıyor, din-i mübin-i İslam’ın ancak nezaketle aktarılabilecek ve anlaşılabilecek hassas noktalarını sokağa kuş yemi saçar gibi saçıyor. Hayatında hiçbir bedii zevke yer vermeksizin, tüm kaba ve nobran üslûbuyla Müslümanları dahi sözde temsil ettiği tüm güzelliklere küstürüyor.

Şımarık Youtube mollaları din-i mübin-i İslam’ın değerini, sözün ağırlık ve kıymetini, nezaketle tebliğ ve bediiyatla güzel temsili, doğrunun da yalanın da kuşlara atılan yem gibi etrafa dökülemeyeceğini, artık nefisleri için konuşmak yerine hakikatin ağırlığı ve vakarını korumak adına susmaları gerektiğini öğrenmeliler. Hiç utanmadan tekfir ettikleri, işlettiği çay ocağında gariban giden Ramazan Hocanın şu sözünü kendilerine küpe etsinler: Uyarıcılar asla dinle geçinmezler.

Şimdi soralım: Ya bu Youtube mollaları bir de Vâkıâta muhatap olsalardı? Herhalde başımıza çoktan peygamber olmuşlardı…

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.