Mehmet Hakan KEKEÇ – 11 Ocak 2025
Nezih Uzel; çevirmenliği, tasavvuf tarihçiliği ve müzisyenliği ile beraber mühim de bir gazeteciydi… Gazetecilikte kariyer işi “Atatürk’e nasıl vize verdim” başlığıyla kitaplaşmış olan -bir dönemin İngiliz İstihbarat Subayı- John Godolphin Bennett ile Özbekler Tekkesi’nde gerçekleştirdiği meşhur söyleşisiydi (Tevafuka bakın ki Bennett’ın mütareke döneminde ayakta uyutulduğu yerdir bu Tekke).
‘Bennett röportajı’ elbette muazzam bir işti fakat Uzel’in Refi’ Cevad Ulunay teşvikiyle başladığı gazetecilik kariyeri asla dümdüz ya da tepeye doğru bir seyir izlemedi (El attığı hemen her işte olduğu gibi inişli çıkışlı bir kariyerdi bu). Hatta 1966’da Hürriyet gazetesinde çalışırken attığı bir manşet yüzünden işinden edilmişti. Şu an okuduğunuz yazımıza konu ettiğimiz bu manşet hadisesinin özeti şu şekildedir:
Nezih Bey, Necmeddin Özbek Kangay ile pek tabii -bir dönemin tek başına kültür anıtı- Üsküdar Özbekler Tekkesi çevresine oldukça yakın bir isimdi. 50’li yıllarda yeniden başlayan ihtifallerde (bugün Şeb-i Arus dediğimiz Mevlânâ anmaları) görev alan ‘manevi’ büyükler ile kurduğu dostluklar ve hemen her çevreden biriktirdiği insanlar; bugün her biri altın değerinde olan hatıralara sahip olma ayrıcalığı getirdi. Bu hatıralar nedeniyle hayatta olduğu dönemde “yaşayan tarih” olarak nitelenir, çevresindeki hemen herkes tarafından “şu tembellik ve dağınıklıktan kurtul da bunları yaz” diye tembih edilirdi. Allahtan Murat Bardakçı sayesinde bu hatıraların bir kısmını televizyonda anlattı da bir yerlere kaydolmuş oldu.
İşte bu bir çeşit 20.yy hezarfeni olan Nezih Uzel Bey, 1966 yılında muhabir olarak katıldığı bir CHP Kongresi sonrası Hürriyet’ten kovulduğunu öğrendi. Üstelik sadece Hürriyet’ten değil. Ankara’dan da kovuldu… Hem de “irtica” suçlamasıyla…
*
Nezih Bey, 1966 yılında takip maksadı ve muhabir kisvesiyle katıldığı bu bahsi geçen CHP Kongresi’nin en başında gazetecilere ayrılan tarafta yer bulamıyor. Ayakta kalan Uzel bunun üzerine kadın delegelerin bulunduğu masaya davet ediliyor. İsmet İnönü’nün Adalet Partisi hakkında müspet ifadelerle dolu konuşmasını dinlerken, delegelerin bir kısmının İsmet Paşa hakkında “Türklerin peygamberi. Hem de son peygamber…” gibi aşırı ifadeler kullandıklarına şahit olup -zannederim- şok geçiriyor.
Kongreyi haberleştiren Nezih Uzel, gazeteye “CHP’lilerin ‘son peygamber saydığı’ İnönü…” ile başlayan cesur bir başlık gönderiyor… Gazetenin de bu başlığı olduğu gibi kullanacağı tutuyor… Manşetten tam 7 sütun ‘Peygamber’ ifadesiyle duyurulan haberin son kısmına ise, Nezih Bey’in kadın delegelerden duyduğu mübalağalı (peygamberli) ifadeler iliştiriliyor.
Turizm Yazarları ve Gazeteciler Derneği Sicil Kaydı’nda bu manşet işini doğruladığı anlaşılan Uzel, gazetenin durumu derhal kurtarmak için kendisini kovduğunu ifade ediyor. Bu hatırasını Mustafa Holat’a da aktaran Uzel, kovulmakla kalmıyor; gazete yönetiminin telkiniyle Ankara’dan da uzaklaşmak zorunda kalıyor.
11 Nisan 1966’da yayınlanan bu haberden beş gün sonra İsmet İnönü Cumhuriyet gazetesine bir röportaj veriyor. “İnönü Son Peygamber İddiasına Cevap verdi: İrtica da Komünizmden Daha Az Tehlikeli Değildir” şeklinde bir manşetle çıkan röportajda, İsmet Paşa, kadın delegelerin işgüzarlığından ve Nezih Bey’in -kendisini tanıyanların çok rahat tahmin edebileceği gibi- hınzırlığından “irticacıların yalanları” suçlamasıyla kurtulmaya çalışıyor. Paşa’nın “Ayıp… Günah… İftira…” demesiyle de meselenin üstü net bir şekilde kapatılıyor.
Nezih Bey, nihayetinde “irticacı” ilan olunduğu bu haberi salt ‘hınzırlıktan’ mı yapmıştı? Az önce böyle söyledim… Çünkü Nezih Bey dendiğinde akla ilk gelen ihtimal budur… Fakat yine de böyle düşünmek (hınzırlık deyip geçmek) büyük bir saflık olur. Çok yeni bir tarihte ‘Bir Cumhuriyet Mevlevîsi’ adıyla kisve-i taba bürünen yazılarının birinde Nezih Bey Mevlânâ Türbesi’ni ziyaretini (1954 ya da 1956) şu ifadelerle anlatıyor:
“Bilet alarak içeri girdim. Türbe kapısında pabuçlarımı çıkardım… Eşiğe basmamaya dikkat ederek sağ ayağımla içeri girerken kapının halkasını öptüm. Soğuk demir dudaklarımı yaktı. Resmi kayıtlara göre burası bir ‘müzeydi’, dolayısıyla geleneksel bir türbe ziyareti değil, eski eser gözlemi yapmak zorundaydınız. Durmak, beklemek, Fâtiha okumak yoktu…”
Nezih Bey, Özbekler Tekkesi’nde Pazar günleri gerçekleştirilen sohbet ve meşkin ‘devlet kızgınlığı’na muhatap kalmaması için de yarı müstehzi (ama bir yandan çok da ciddi) Necmeddin Özbek Kangay’ın dolapta hep rakı saklamak zorunda kaldığını anlatıyor.
Nezih Bey bana göre 1925 Tekkelerin Kapatılması Kanunu’nun artçısı olarak bir zevkin, neşvenin, kültürün ve Osmanlı’dan intikal şehirli dindarlığın yok edilmesinden -tıpkı kendisi gibi ihtifallere katılan muasırları gibi- çok rahatsızdı. Başta Ulvi Erguner, Kani Karaca, Selman Tüzün, Midhat Bahari, Necmeddin Özbek Kangay, Cahit Gözkan ve Resuhi Baykara olmak üzere; bir dönem zor şartlarda kaçak göçek bir bedîiyatın yaşaması için çırpınan bu bir grup insana yaşatılan neredeyse ‘polisiye’ gerilimleri hiç konuşmuyor ve nedense kabullenmiyoruz.