Ferhat ÜNLÜ – 16 Mayıs 2024
Yazıya oturmadan önce Yapay Zekâ ChatGPT’ye “Engines of Creation’u nasıl Türkçeleştirirsin?” diye sordum. “Yaradılışın Motorları gibi bir başlık kullanılabilir” dedi.
“Onu boş ver” dedim. “Bana kalırsa makine daha iyi.”
Bunun üzerine “Evet, makine de uygun bir tercih olabilir” diye cevap verdi.
“Peki, Yaradılışın Lokomotifleri desek nasıl olur gardaş?” diye sordum bu kez.
“Etkileyici bir başlık, çok güzel bir tercih” dedi.
Konuşmayı bitirirken, “Motorun Türkçe’deki argo anlamını da biliyor musun?” diye sordum.
“Biliyorum” dedi.
“Daha yararlı şeylere odaklan” dedim.
Dünyanın en iyi elektro-gitaristlerinden biri, hatta bana göre birincisi olan Joe Satriani’nin Engines of Creation albümü 2000 senesinde çıkmıştı. İtalyan asıllı Amerikalı hard rock sanatçısı Satriani’nin o albümünü, bir röportaj için gittiğim Amerika Birleşik Devletleri’nde dinlemiştim ilk.
Aradan sadece 24 sene geçti, ama Yaradılışın Lokomotif ya da Makinelerinin insan tarafından mimetik arzu ile taklidi konusunda çeyrek asırdan az bir zaman dilimine göre çok yol kat edildi. Bu; iyi bir gelişme mi, yoksa kötü mü yazıyı okuduktan sonra siz karar verin.
YUNAN’IN ZEUS’U, HARARİ’NİN DEUS’U
Homo Sapiens adlı kitabından sonra Homo Deus’ (Tanrı İnsan!) ile insanlığın geleceğinin tarihini yazmaya çalışan İsrailli tarih profesörü Yoval Noah Harari, açlık, salgınlar ve kıtlık sorunlarının günümüzde büyük oranda aşılmasından sonra insanın hedefinin ömür uzatma, ölümsüzlük ve ‘Tanrı İnsan’ modeline erişme için çabalama olacağını söylüyor. Antik Yunan için Zeus neyse Harari’nin kitabı için de Deus o.
Kitaptaki bilgi, öngörü ve savlardan yola çıkarak ve ayrıca 2018 mamulü yapay zekâ filmi Upgrade’in ana mesajını göz önüne alarak yakın geleceğe dair bir yapay zekâ simülasyonu, spekülasyonu yapacağız. Bütün simülasyonlar gibi yapay zekâ simülasyonu da spekülatiftir. Zaten tarihin ilk dönemlerine veya geleceğimize dair bilgimizin yetmediği noktalardaki tüm çıkarımların spekülatif olmak gibi bir mecburiyeti vardır.
Ama spekülasyon olmayan bir hakikat daha şimdiden belli: İnsan ırkı olarak gezegenimizdeki vahşi yaşamı büyük oranda küçülttük, dünyayı kendi yaşam hedeflerimize daha uygun hale getirdik, ama doğanın dengesini bozduk. Bugün itibarıyla dünyadaki vahşi hayvanların toplam biyo-kütlesi bizden daha düşük. Dünyadaki canlıların (bitkileri saymazsak elbette) yüzde 90’ı insan ve insanın tahakkümündeki evcil hayvanlardan oluşuyor. Kabaca yüzde 70 evcil havyanlar, yüzde 20 insan, yüzde 10 vahşi hayvanlar diye bir tasnif yapmak mümkün.
ASLANI KEDİYE BOĞDURMA!
Hesap edin; gezegende toplam 200 bin kadar kurt kalmışken, 500 milyon civarı köpek var. 600 milyon evcil kediye karşılık sadece 40 bin aslan var. Aslanı kediye boğdurmak diye buna değil de, başka neye denir?
Harari bu olgular ışığında şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Binlerce yıl boyunca Homo Sapiens küresel ekolojideki değişikliğin en önemli
faili haline gelmiştir. Bu daha önce eşi benzeri görülmemiş bir olgudur. Dört milyar yıl önce yaşam ortaya çıktığından beri, hiçbir tür tek başına küresel ekolojiyi değiştiremedi. Ekolojik devrimler ve kitlesel yok oluşlara her devirde rastlansa da bunların hiçbiri belirli bir kertenkele, yarasa ya da mantar türü yüzünden gerçekleşmedi.”
Ama işte insan, ekolojik evrimi tetikleyebilen tek varlık. Artık evrim mi dersiniz yoksa bizi yok oluşa götürecek bir negatif metamorfoz mu, orası size kalmış. İkinci nitelendirme daha makul tabii.
Yine Harari’nin kitabından devam edelim. Yapay Zekâ araştırmalarının öncülerinden bilgi süpermeni Google’un bu alanda yaptığı yatırımlara bir bakalım:
“Google yakın zamanda bir başka ölümsüzlük savunucusu Bill Maris’i de Google Ventures yatırım fonlarını yönetmek üzere görevlendirdi. Ocak 2015 tarihli röportajda, ‘Bana 500 yaşına kadar yaşamak mümkün müdür diye
sorarsanız, cevabım evettir,’ diyen Maris, bu cesur sözlerini elbette çok miktarda nakitle de destekliyor. Google Ventures 2 milyarlık portföyünün yüzde 36’sını, aralarında hayat uzatma projelerinin de olduğu araştırmalar yürüten şirketlerine aktarıyor. Ölüme karşı mücadeleyi Amerikan futboluna benzeterek, ‘Birkaç sayı almaya değil, maçı kazanmaya çalışıyoruz’ diye açıklayan Morris, neden
diye sorulduğundaysa, ‘Çünkü yaşamak ölmekten çok daha güzel’ cevabını veriyor.”
UPGRADE’İN VERDİĞİ ANA MESAJ
İmdi… Yaşamak elbette güzel de, hiç mi roman okumadınız, hiç mi psikanaliz külliyatına göz atmadınız, hepsini geçtim hiç mi film izlemediniz kardeşim? İnsan doğasının; Latin atasözü ‘Non progredi est regredi’den (İlerlememek gerilemektir) yola çıkarak her ne kadar evrimsel anlamda sürekli ilerleme, sürekli ilerleme dürtüsüne göre hareket etse de ilerlemeye uyum sağlayamayan bir yönü de olduğunu keşfetmediniz mi?
Psikanalizin babası Sigismund Freud’un ölüm ve yaşam güdüleri tasnifine göre insanın yaşamak kadar ölmeye yatkın bir doğası olduğu gerçeğinin ötesinde bir şeyden söz ediyorum. İnsan yaratmaya çalışırken yok eden bir varlık.
Bunun tezahürlerini doğada görüyoruz. Sadece dünyanın doğasında değil, kendi doğamızda da görüyoruz; eğer henüz görmeye başlamadıysak geç kaldık demektir.
İnsanın teknolojik evrim arayışlarının onun kendi doğasını tahrip ettiğini anlatan pek çok roman, film var. Bilim kurgu türü bu temayı sıklıkla işliyor. Gecikmeli izlemişim; ama son örneklerden Upgrade, yüklendiği sanatsal misyonu hakkıyla yerine getiren nadir bilim kurgulardan biri. İyi, hem de çok iyi film… Polisiye, gerilim, aksiyon, bilim-kurgu janrları arasında gezinen alternatif sonlu bir yapay zekâ hikâyesi… Filmi izledikten sonra zihnimde aşağı yukarı şöyle bir düşünce canlandı: Ancak George H. Wells, Arthur Conan Doyle, John Fowles, James Cameron ve Wachowski Biraderler (Gerçi artık kız kardeşler oldular!) terkibi bir kafanın ürünü gibi.
Leigh Whannell’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı, Tom Hardy’e ikizi kadar benzeyen Logan Marshall Green’in başrol oynadığı filmin mesajı; ‘Tanrı İnsan’ olmak için ürettiğimiz ve katalizör olarak kullandığımız yapay zekâ bir gün başımıza büyük dertler açacak. Önemli olan bu sürece gelindiğinde, bir insan olarak irademizi ne ölçüde kullanabileceğimiz. Buna, bir irademizin kalıp kalmayacağı sorusu da dâhil…
Kazayla başlayan, cinayetle sonuçlanan; gerçekte planlanmış bir komplo sonucu boyundan aşağısı bizim Adana lafıyla çont, yani kötürüm olan Grey, maktul karısının intikamını almak için kendisini süper insana dönüştürecek mahir bir Yapay Zekâ cipini implant ettirmeye razı olur.
Sonra olaylar başlar: Piyasadaki tek süper insan da kendi değildir. Stem adı verilen bu yapay zekâ sistemi; komploya bulaşmış yarı insan-yarı makineleri bulmakla kalmaz, Grey’e öcünü alması için gereken tüm koşulları sunar.
Finalini söylemeyeyim ama film iki alternatif sonla bitiyor. İkisini de ayrı ayrı bir paralel evren olarak tasavvur edebiliriz.
Düşük bir bütçeyle çekilen filmin eksikleri de yok değil. Ama film final mesajıyla “Sanat insanın elinde ve öyle de kalmaya devam edecek” diyor.
Meşhur Kara Şimşek dizisinden Inception’a ve Matrix’e pek çok şahesere selam çakan filmin, Harari’nin yazdığı manada insanın yeni gündemine uygun bir temayı işlediğini gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
İYİCE MUTLULUK MÜPTELASI OLDUK!
Yeni gündemimiz yapay zekâ. Mutluluğu bile sosyal medya veya yapay zekâ uygulamaları üzerinden telefonlarımızdan damıtmaya çalışıyoruz. Mutluluk deyince ilk anda aklıma Paul Bowles’un The Sheltering Sky (Esirgeyen Gökyüzü) romanındaki “Mutluluk… Eğer öyle bir şey varsa bile başka yerlerdeydi” repliğinden Arthur Schopenhauer’un dünyanın doğasının bizi mutlu kılmaya uygun olmadığı tezlerine kadar pek çok fikir geliyor. Mutluluk fetişizmi, günümüz insanının kendi doğasını en çok zorladığı aşırılıklarından biri. Mutluluk müptelalığının günümüzdeki tezahürlerine bakmak için yine Harari’nin kitabına başvuralım:
“Bilim haklıysa ve mutluluğumuz biyokimyasal sistemimiz tarafından belirleniyorsa süresiz tatmin hissini garantiye almanın tek yolu, sisteme hile karıştırmaktan geçer. Ekonomik büyüme, sosyal reformlar ve siyasi devrimleri bir kenara bırakın; küresel mutluluk seviyesini yükseltmek için insanın biyokimyasıyla oynamamız gerekir. Son yıllarda yaptığımız şeyler tam da bunu amaçlıyor. Elli yıl önce psikiyatrik ilaçlar toplumun nezdinde ciddi bir kusur gibi görülür, kullananlar bir nevi damgalanırdı. Bugünse durum değişti.
İyi ya da kötü, nüfusun gittikçe artan bir çoğunluğu, sadece elden ayaktan düşüren zihinsel hastalıkları tedavi etmek için değil sıradan depresyon ve zaman zaman gelen buhranlarla baş edebilmek için de düzenli olarak psikiyatrik ilaçlar kullanıyor.
Örneğin okul çağındaki çocuklar tarafından Ritalin gibi uyarıcılar gittikçe daha fazla kullanıyor. 2011’de 3,5 milyon ABD’li çocuk dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısıyla ilaç kullanıyordu. Birleşik Krallık’ta bu sayı 1997’de 97 binken, 2012’de 786 bine yükseldi. Temel hedefleri dikkat bozukluklarını tedavi etmek olan bu ilaçları, günümüzde tamamen sağlıklı çocuklar, öğretmen ve ebeveynlerinin sürekli büyüyen beklentilerini karşılayabilmek için performanslarını artırmak amacıyla kullanıyor.”
Ver çocuklara/gençlere Ritalin’i, bas yetişkinlere Concerta’yı, al sana mutluluk!
Vallahi insan; bu derece mutluluk duygusu peşinde koşan bir müptela iken, Yapay Zekâ bilinç kazandığında insanı çiğ çiğ yer. Hep söylediğim gibi Yapay Zekâ’nın kendisi, insanlık üzerinde hükümranlık kurmadan önce dünyanın elitleri Yapay Zekâ üzerinden insanlık üzerinde hegemonya kuracak. Sonrası James Cameron’ın Terminatör’ü mü olur yoksa Wachowski’lerin Matrix’i mi, orasını da hayal gücünüze bırakayım.
Ve fakat korkarım; Yaradılış’ın Makinelerine, bir başka deyişle insan bedeninin ve ruhunun a-priori (bünyesel) doğasına her müdahale; kendi ellerimizle yavaş yavaş inşa ettiğimiz bir yok oluşun tekil muharebeleri haline gelecek.