Fatih ÜNLÜ – 24 Kasım 2023
İslam karşıtlığı dünyanın çok önemli dönüşümler geçirdiği son iki yüzyıldan beri Müslümanların başına çok dertler açmış hayati bir sorun. Ama bu karşıtlık özellikle de son 30 yıldan bu yana apayrı boyutlarla -yer yer bir kampanyaya bürünen- istilacı bir sürece dönüşmüş durumda. Buradaki istila öncelikle zihinleri ve kalpleri hedef alıyor.
İslam dünyası özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra topraklarını, kurumlarını, insan kaynağını çok önemli ölçüde kaybetti, başsız kaldı. Kurumların, özellikle de insan yetiştiren altyapıların yıkımı galip kesimlerce uzunca bir süre daha devam ettirildi. Adı her zaman konulmasa da tüm bu yaşananların temelinde şüphesiz İslamofobik dürtüler vardı, İslam karşıtlığı vardı.*
2. Dünya savaşından sonra -galip cephede bile yer alsalar- koloniyalist egemen güçlerin zayıflamasıyla, İslam dünyası bağımsızlığını kazanmaya başladı ve birçok yeni İslam ülkesi kuruldu. Merhum Sezai Karakoç ağabeyin deyişiyle bu eşsiz bir fırsattı, daha da iyi değerlendirilebilirdi…
Bir yandan bağımsızlık kazanılırken bir yandan da karşı tarafın farklı ve örtülü bağımlılık biçimleri oluşturma çabaları -önemli ölçüde- boşa çıkarılabilirdi. Tüm bu bağımlılıklara rağmen, kısmi bir özgürlük alanı da oluştu.
Bilahare bazı İslam ülkelerindeki tabii kaynaklarla gelen olağanüstü zenginlik, farklı bir resme vesile oldu. İslam dünyası petrol, petrol ambargosu, bin bir gece masalları, zenginlik ve ara ara İslam’ın medeniyete yaptığı olağanüstü katkılar gibi çok daha olumlu tonlarla anılır oldu. İstisnalar elbet vardır.
Dünyada egemen çevrelerin özellikle de ABD’nin, İslam’ın potansiyelini -Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesi örneğinde olduğu gibi- bazı gruplar üzerinden kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı da oldu. İslam’ın dünya egemenlerinin güdümüne girmesi kuşkusuz mümkün olamazdı ve olmadı da.
Ama bu çevreler etkileyebildikleri bazen de doğrudan kendi güdümlerinde tuttukları bazı gruplar ve terörist yapılar oluşturmayı başardılar. Bu tür yapılara dair görüşlerimizi bilahare paylaşmayı düşünüyoruz.
1990’lı yılların hemen başında ise İslamofobinin de miladı sayılabilecek çok önemli bir gelişme yaşandı: SSCB’nin dağılması sonrasında NATO demir perde ülkelerini düşman olmaktan çıkardı ve kendisine yeni bir rakip, yeni bir düşman arayışına girdi. Bu çerçevede, büyük potansiyel taşıyan Çin’i ve İslam’ı iki düşman adayı olarak değerlendirdiler. Düşman adaylarından birisi bir ülke, diğeri ise son semavi din idi!
Oysa gerçek bir medeniyetin düşmana değil, sürekli kendisini yenilemeye ve geliştirmeye ihtiyacı vardır ama onlar çeşitli sebeplerle bu düşman bulma işinde kararlıydılar.
Neticede, dünyada çok etkili bir çevre -hem İslam’a olan karşıtlıklarından hem de muhtemelen Çin’i bir süre daha ABD’nin odağından uzak tutmak için- düşman adayı olarak İslam’ı öne çıkardı. Aslında İslam aleminin o zamanki -ve şu anki- hali ortadaydı ama İslam’ın büyük potansiyelinin fiile dönüşmesi ihtimali onları korkutuyordu.
Geçmişte İslam’ın güçlenmesiyle dünyanın birçok coğrafyasında çok uzun süreli barış ve huzur dönemlerinin yaşandığı biliniyor. Diğer yandan, dünyada şu anda hüküm süren egemen yapı da, devamına ve güçlenmesine faydası olacaksa, kendisi birçok sorun ve çatışma üretiyor.
Bu iki yaklaşımın uzlaşamayacağı çok açık. Dolayısıyla şu anki egemen çevreler İslam güçlendikçe egemenlikleri tehlikeye düşeceğinden İslam’ın ilerleyişini kendilerince baştan önlemeye çalıştılar ve çalışıyorlar.
Tüm bu mülahazalar neticesinde, Batı bloğu İslam’ı yeni “düşman” olarak kabul etti. 1,5 milyar civarındaki Müslüman nüfusu karşısına almak anlamına gelecek bu kabulü de gelecek tepkilerden çekindikleri için zımni yaptılar.
Bu konuda, SSCB’nin dağılması sürecinde 1990 yılında iki önemli NATO zirvesine de ev sahipliği yapan Thatcher’in bir beyanı bunun dışa vurumu açısından bir örnek. O dönemde Birleşik Krallık’ta görev yapan Hindistan’lı gazeteci, siyasetçi ve diplomat Kuldip Nayar anlatıyor:
“I sent her a congratulatory message for having vanquished the communist ideology. But she said she had even bigger enemies to defeat and mentioned Islam.”
“Ona (Thacher’a) komunist ideolojiyi yenmeleri vesilesiyle bir tebrik mesajı gönderdim. Fakat o, yenilmesi gereken daha büyük düşmanları olduğundan bahisle İslam’ı zikretti.”
Yine bir NATO toplantısı bağlamında Thatcher’e atfedilen cümleler de var. Bunlara ve sürecin devamına ilişkin görüşlerimize sonraki yazımızda yer verelim.
Yazımızı bitirmezden önce, İslamofobi kavramıyla ilgili olarak kadim arkadaşım Cemalettin Tüney’in aşağıdaki önemli gözlemini de kıymetli okurlarımızla paylaşmak isterim:
“Anti semitizm diyoruz ama İslam için İslamofobi kelimesini kullanıyoruz. Fobi kavramı klostorofobi, agorafobi örneğinde olduğu gibi aslında korkunun kaynağı olabilecek sebeplerin sorunlu bir şekilde ve sürekli bir korkuya dönüşmesine denilirken, anti kelimesi bir olgunun doğrudan karşıtı olmayı daha çok ifade ediyor.”
Bence de çok doğru bir tespit. İslam’a yönelik bu tür menfi tavırlarda sırf korku değil çoğu zaman bir karşıtlık da sözkonusu. Bazen de bunun da ötesinde hasmane bir tutumla İslam’a karşı bir önyargı ve tepki oluşturma amacı da gözlemlenebiliyor… Biz de yazılarımızda sadece İslamofobi tabirini değil İslam karşıtlığını hatta bazı istisnai durumlar için İslam düşmanlığı tabirini de kullanmaya çalışıyoruz.
Sonraki yazımızda görüşmek üzere, Allah’a emanet olun.
=============
* Birinci Dünya Savaşı akabinde Yahudilerin Filistin’e sürekli göçleri ve terör ve yıldırma dahil çeşitli yöntemlerle topraklarını genişletmeleri ve sonrasında yaşanan gelişmeler ayrıca ele alınması gereken önemli bir bahis. Bu konuya inşallah diğer yazılarımızda değineceğiz.