Ceyhun BOZKURT – 6 Nisan 2024

 

31 Mart seçimlerini analize devam ediyoruz. Ekonomiyle ilgili analizimizi yapmıştık. Ancak seçmenin 10 ay öncesinin tam tersi bir karar vermesinin veya sandığa gitmeyen AK Parti seçmeninin tek bir gerekçesi olmadığını düşünüyorum. Bunu, enflasyon baskısı, ceplerdeki ve mutfaktaki yangın, tuzu kuruların milletin yaşadığı sıkıntıları paylaşmaması, aksine sefa içinde bir yaşam sürmesi ve bunu adeta milletimizin gözüne sokması, millet mazot bulamazken son model otomobil meraklısı makam sahiplerinin doyuma ulaşamaması vb. nedenlerle milletin reaksiyon gösterdiği bir gerçek. Bunun dışında dış politikada 14 Mayıs öncesindeki politikalardan uzaklaştığı algısı da seçim sonuçlarına etki etti. Algısı diyorum, çünkü aslında temel politikalardan uzaklaşılmadı. Ancak İsveç kararı, adeta baş düşmanımız hale gelen ABD ile yumuşak bir iletişime geçilmesi, Gazze soykırımındaki mücadelenin anlatılamaması AK Parti’nin anti-emperyalist, anti-Siyonist büyük çoğunluğunda şüpheyle karşılandı. Üstüne üstlük Berat Albayrak döneminde başlatılan faiz karşıtı üretim merkezli ekonomi politikalarından Batı merkezli ekonomi politikalarına geçiş, Süleyman Soylu gibi terör örgütlerinin ve emperyalistlerin hedefindeki isimlerin geri plana itilmesi, emniyet ve yargıda FETÖ iltisakı olduğu ileri sürülen kişilerin göreve iadeleri yönündeki haberler de şüpheleri artırdı. Üstüne üstlük, Yeniden Refah Partisi’nin bu süreçte CHP ile beraber özellikle Gazze konusunda algı operasyonu yapması da sandıktan uzaklaşmayı ve oyların kaymasını beraberinde getirdi.

Peki aslında olan neydi? Biraz bunu açalım istiyorum.

Aslında olayların temelinde yine ekonomi yatıyor.

Türkiye (aslında hükümet) uzunca bir süredir bir taraftan gizli açık ambargo ve yaptırımlar diğer taraftan finansal saldırıların altında. Dolarizasyonu teşvik etmek için sürekli olarak  dövize yönelik manipülasyon yapılıyor. Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemini uygulayarak  Türk Lirası’nı sağlama almayı başardılar ve döviz tevdiat hesabı yerine paranın KKM’de yani TL’de kalmasını sağladılar. Böylece mevduatta bulunan TL’yi daha rahat kullanma imkanı oldu. Ancak bu politika belli bir süre uygulanabilirdi. Bu süre de genel seçimlere kadardı. Şayet bu politikayı uygulamasaydı genel seçimleri kaybederdi ve Biden’ın iş başına gelmeden önce “Recep Tayyip Erdoğan’ı demokratik yollarla (ekonomi üzerinden) yıkacağız” sözü gerçekleşmiş olurdu.

Bunun önünü aldılar. Bu suretle zaman kazanılmış oldu.

Bu politikada mesafe alınmış ve genel  seçimler yaklaşmışken 11 ilimizi vuran bin yılın felaketi olan deprem yaşandı. Tahribat büyüktü. İnsan olarak 50 binin üzerinde vatandaşımızı kaybettik. Ek olarak yıkımın onarımı için 100 milyar doların üzerinde bir maliyet vardı. Bu olmasaydı inişe geçmiş olan enflasyon daha önceden kontrole alınmış olacaktı. Doğal olarak da Recep Tayyip Erdoğan’ın, genel seçimlerde daha yüksek bir oranla seçilmesi ve Cumhur İttifakı’nın parlamentoda daha güçlü bir temsiliyet sağlamış olması mümkün olabilirdi. Hatta şu an karşı karşıya olduğumuz yerel seçim sonuçları yerine Cumhur İttifakı’nın Büyükşehir Belediyelerini yeniden kazandığı bir tabloyu konuşuyor olabilirdik. Aktardığımız gibi sonuç öyle olmadı.

Bu durumun dış politikaya yansıması da oldu tabii ki?

Şu anda ABD ile yaşanmakta olan yakınlaşmaktaki en önemli etmen konjonktürel olarak değerlendirilebilir. Aslında kapıyı biz değil ABD çaldı. Çünkü bölgeye yönelik uyguladıkları politikalarda başarılı olamadılar.

Rusya’ya yönelik olarak Ukrayna üzerinden yürüttükleri savaşta bir tıkanma yaşanıyor. Ayrıca Amerika şunu gördü: Doğu Avrupa ülkelerinin tamamını toplayıp ikiyle çarpsan güçleri bir Türkiye etmiyor. Bunu çok net gördüler.

Diğer taraftan Türkiye’yi daha fazla zorlamaları halinde Türkiye’nin ittifaktan geri dönülmez bir kopuş  yaşayabileceği varsayımları yapılmaya başlandı. Zaten Türk kamuoyunda haklı olarak büyük bir Amerikan aleyhtarlığı oluşmuş vaziyette. Türkiye’nin daha fazla köşeye sıkıştırılması halinde yaşanacak kopuşa Türk kamuoyunda destek olması ihtimali büyük. Bu durumdan hareketle ABD’nin planlarında kökten bir değişiklik olmasa bile taktiksel bir geri çekilme ve Türkiye’nin isteklerinin bir kısmını kabul ediyor görünme oluştu. Rusya ile her geçen gün artan ikili ilişkileri önce belli bir seviyede sınırlayıp sonra tekrar NATO ilişkilerinden başlayarak NATO üzerinden ikili siyasi ilişkileri güçlendirmeye çalıştığını gözlemledik.

ABD bir taraftan Gazze’de Hamas’la ve Filistin halkıyla, bir taraftan Körfez’de İran’la, bir taraftan Kızıldeniz’de Husilerle, bir taraftan Lübnan’da Hizbullah ile, Suriye’de, Irak’ta, Kuzey Afrika’da Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Afrika’da Sahel ülkelerinde, Pasifik’te Çin, Kuzey Kore ile, Güney Amerika’da Venezuella ile gibi daha bir çok yerde çetrefil sorunlarla uğraşıyor ve sorunlar düğüm olmuş durumda.

Ortadoğu’nun jeopolitik ve ekopolitik açıdan kıymetini zaten biliyoruz ancak teopolitik kıymeti de çok yüksek ve aynı zamanda riskler içeren bir bölge. ABD’nin gerek Jeopolitik gerek ekopolitik açıdan daha rahat nefes alabilmesi için Türkiye ile eskisi gibi bir ilişki sürdürmeye ihtiyacı var. Ama Türkiye artık eski Türkiye değil. Yani ABD politikayı belirler Türkiye sorgulamadan bu politikayı uygular gibi bir durum artık söz konusu değil. Türkiye, Amerika’ya olan güvenini kaybetti. Bunu tamir etmek ABD’ye pahalıya mal olur. Türkiye’nin isteklerini yerine getirse dahi yakın bir müttefik ilişkisi kurabileceğinden de endişeli. Bunun için ilişkileri adım adım ilerletmek istiyor ve ilerlemeyi görmek istiyor. Bu nedenle ilk baştan zaten çoktan gözden çıkardığı PKK’yı Irak’ta satmakla işe başlayacak gibi duruyor, hatta başladı. Belki şu günlerde özel kuvvet birliklerimiz keşif ve sızma harekatları başlamış bile olabilir.  Ondan sonra bizim tutumumuza bakacak. Tabi bu noktaya gelmemizde savunma sanayiindeki gelişmeleri göz ardı edemeyiz.

Diğer bir konu da Çin’in Avrupa’ya ulaşmasında  en önemli rotanın konjonktürel gelişmeler nedeniyle orta koridorun öne çıkması. Orta koridorda her halükarda Orta Asya’daki Türk Devletleri ve Türkiye üzerinden geçiyor. Bu gelişmeler Türkiye’nin önemini daha da fazla öne çıkarıyor.

Özetle yaşanan ve yakınlaşma olarak adlandırılan süreçte ABD’nin bölgesel ihtiyaçları ile bizim ekonomik ihtiyaçlar iç içe geçti. Ancak bu gerçekliğe rağmen, atılan adımlar yazımızın girişinde aktardığımız gibi bazı olumsuz kararlarla birleşince fatura yerel seçimde kesildi.