Ceyhun BOZKURT – 30 Nisan 2024
Gerçeklik ile hakikat arasındaki farkı anlarsak, algı operasyonlarının tesirini bir nebze azaltabileceğiz şimdi nedir gerçeklik diye sorduğumuz zaman basitçe, olup biten denilebilir. Peki bu olup biten hakikatte böyle midir? İşin aslı, esası hakikatı bu bize aktarılan gibi midir? Yoksa hakikat farklı mıdır? İşte burada devreye algı operasyonu giriyor.
Algı operasyonları sadece bir malın pazarlanması için talebin kışkırtılmasında değil, bazen bir siyasi figürün parlatılması, bazen bir markanın imajının düzeltilmesi amacıyla olabileceği gibi bazen kitlelerin siyasi olarak yönlendirilmesinde hatta, kendi ülkesi aleyhinde rakip/düşman ülkenin haklılığının öne çıkarılmasında dahi yapılabiliyor.
Bunun için çeşitli yöntemler var ama en önemlisi subliminal operasyonlar denilen bilinç altına gönderilen mesajlar. Bu bize aktarılan normal bir objenin içine gömülü olan bir mesajdır ve kişinin bilinç altına gönderilir. Yapılan bazı sosyal araştırmalarda insanların kararlarının yaklaşık yüzde 6’sını mantıklı bir şekilde, yüzde 94’ünü ise bilinçaltı dürtüleri ile aldıklarını göz önüne alırsak, bu subliminal operasyonların insanların bir karara varırken tercihlerini nasıl yaptıklarını göz önüne sermesi bakımından dikkat çekicidir. Bilinç altı kurgulaması da diyebileceğimiz bu uygulamalara birkaç örnek verirsek bir film seyrederken film karelerinin içine konulan birkaç kareyi gözümüz yakalayamaz fakat beynimiz algılar. Bir filmin içine soğuk bir cola karesi gizlendiğinde filme verilen arada cola satışının arttığı gözlenmiştir ve alışveriş merkezinde bazen bir poğaça kokusu salınır ve kokuyu algılayanlar kendilerini fırının önünde bulur vb.
Şimdi İslamafobi konusuna bakalım. 1990’ların sonu, 2000’li yılların başında Batı dünyasında ve özellikle etkili yayın organlarında İslam dinini hedef alan yayınlarda bir artış gözlemlenmekteydi. Çünkü 1989 yılında Sovyetlerin dağılması, komünizm tehdidinin ortadan kalkması ile birlikte Amerika ve NATO’ya yeni bir düşman gerekiyordu.
“Devletin bekası için bir düşman lazımdır” sözünü bilirsiniz. Nazilerin ideoloğu Carl Schmitt’ten tutun Şikago Okulundan Brezinski’ye varıncaya kadar bir çok düşünür bu kavramı savunmuşlardır. Eğer bir düşman yoksa yaratılır. Sovyetler’den sonra düşmansız kalan Amerika’daki bunca think tank (araştırma kuruluşu) bunca vakıf, askeri silah endüstrisi, asker kimle savaşacak? Herhalde Çin ya da Rusya ile değil, belki onların da bir zamanı vardır.
Öte taraftan Amerika’nın liderliğini devam ettirebilmesi, birlikte hareket ettiği ülkeleri bir arada ve kendi kontrolünde tutmaya devam edebilmesi için bir tehdit oluşturması gerekiyordu. Bunun için de en kolay, en savunmasız, güçsüz hedef olarak İslam dünyası görülüyordu. İslam dünyası ağırlıkla Ortadoğu’da yer alıyor. Enerjinin ana girdisi petrol de bu havzada yer aldığı için burayı kontrol edenin aynı zamanda dünyayı kontrol edebileceğinden, bunu gerçekleştirmek amacıyla işe İslam’ı düşmanlaştırmakla başlandı.
Peki proje nasıl başlayacaktı? Bu amacı gerçekleştirmek için Amerika, Sovyet Kızılordusu ile 10 yıl savaşmış (1979-1989) ülkeleri yanmış, yıkılmış, yetişmiş insan gücü erimiş, halkı yorgun düşmüş, bezmiş Afganistan’ı bu iş için kullanıma hazır buldu. ABD, Afganistan’da Sovyetlere karşı kullandığı mücahitlerin çaresizliklerini, terk edilmişliklerini, nefretlerini kullanıp, ötekileştirip, düşmanlaştırarak “İslami terörizm” olarak kavramlaştıracakları örgütlenmenin temellerini attı ve bu mücahitlere kolaylıkla eylem yapabileceği hedefler gösterildi. Örneğin, “işte sizler komünizme karşı ülkenizi ve dolayısıyla Batı’yı korurken, Kızıl Ordu’yu yendikten ve ülkenizden kovduktan sonra batılıların sizinle işleri bitti ve dönüp size bakmadılar bile. Sizi kullanıp attılar” veya “siz Afganistan’da İslam’ı korurken size yardım eden sırtınızı sıvazlayan zengin Arap ve Müslüman ülkeler ve liderleri, şeyhleri savaş bittikten sonra size yardım elini uzatmazken, İsviçre Alpleri’nde ve batı başkentlerinde su gibi para harcıyorlar” propagandalarıyla sürekli bilinç altlarına Batı düşmanlığı mesajı gönderildi. Ayrıca diğer Müslüman ülkelerin de gerçekten İslami bir hayat sürmedikleri, İslamiyet’i hakkıyla yaşamadıkları mesajını işleyerek bazı mücahit gurupları istedikleri kıvama getirdiler.
Halbuki Afganistan’ı, Marshall planı benzeri bir kalkınma planı ile savaş sonrası ayağa kaldırmak varken, uyuşturucu benzeri ticarete mecbur bırakıp “bu uyuşturucuları Batı’ya gönderelim, dejenere olmuş Batı zaten bunu talep ediyor bu sayede zenginleşip bir takım yatırımlar yapıp durumumuzu düzeltebiliriz” düşüncesine sürükleyenler, ülkesini, halkını, dinini koruma noktasından başlayan hareketi, İslami ve insani esaslardan uzaklaşıp kriminalize edip, paranın ve uyuşturucunun getirdiği dejenerasyona evrilmesine yol açtılar. Sonuç olarak da bu grupların her türlü manipülasyona ve provokasyona açık kullanılır duruma geldiklerini gördük.
Bozulma ve dejenerasyon ortamı oluştuktan sonra, daha önceden ülkesi, milleti ve dini için mücadele eden insanların içlerinde parayla satın alınabilecek, her türlü eylemi yaptırabilecek unsurlar oluşmaya başladı. Bundan sonrası kolaydı. Belirli yerlerde eylem yaptırıp İSLAM ile TERÖRİZM kelimelerini bir araya getirebilirsiniz ve İSLAMAFOBİYİ bütün dünyada insanların beynine kolayca yerleştirebilirsiniz. Bunun için yazılı ve görsel medyanın yanı sıra film ve dizi endüstrisinden, sosyal medyaya bir çok enstrüman kullanılmaktadır. Konu bilinç altına gönderilen mesajlarla iyice pekiştirilir. İnsanlar artık İslam veya bir İslam ülkesi hakkında herhangi bir konuda önceden peşin hükümlü önyargılı hale hazırlanmıştır.
Örnek; Irak’ı 1980-1988 yılları arasında İran ile savaştırıp, sonra 1990 yılında Kuveyt’i işgale yönlendiriyorsunuz. Bilahare aynı yıl Birinci Körfez savaşı ile Irak’ın bir bölümünü işgal edip 36’ncı paralelin kuzeyinde ve 32’nci paralelin güneyinde karada ve havada Irak yönetiminin hareket etmesini yasaklayıp, kuzeyde Kürtlerin, güneyde Şii Arapların güçlenmesine önayak olup, bölünmenin alt yapısını hazırlıyorsunuz. İşgali o tarihte gerçekleştirmeyip, bölünmenin kurumsal altyapısını oluşturuyor, 2003 yılına kadar kuluçkaya yatırıp merkezi otoriteyi zayıflatıyor, etnik ve mezhebi ayrışmayı derinleştiriyor sonra İkinci Körfez Savaşı’nı başlatıyorsunuz. Merkezi otoritesi ve bürokrasisi yok edilmiş ülkeye, “demokrasi getiriyorum” diyerek yola çıkıp, ülkede kaos ortamını hazırlıyorsunuz.
DAEŞ, PYD/YPG, Haşdi Şabi gibi unsurların ortaya çıkmasını dolaylı olarak sağlıyorsunuz. Bunun uzantılarını Suriye’de uygulama imkanı buluyorsunuz ondan sonra planlarınızı kayıtsız şartsız kabul etmeyen karşı çıkan itiraz eden ülkeleri “Teröre destek veren ülke statüsüne alma” tehdidi ile baskılayıp sindiriyorsunuz. Karşı koymaya devam eden bazı batılı ülkelerin üzerine beslediğiniz ve kendinizin kurduğu İslam adına hareket ettiği algısı oluşturduğunuz terör örgütlerini salıyorsunuz. Böylece o ülkelerin kamuoyu kendi ülkelerinin hükümetleri aleyhine hareketleniyor ve sizin kontrolünüzde politika üretmeye başlıyor.
Bu arada bölgede uygulamaya koyduğunuz politikalara karşı çıkan Türkiye’ye de operasyon yapıyorsunuz. Türkiye işinize gelmeyen politikalar ürettiği anda Türkiye’de tohumladığınız FETÖ terör ve casusluk örgütünü sahneye çıkarıyor, Türkiye’yi “İslami terörü destekleyen ülke” diye kolaylıkla suçlayabiliyorsunuz.
Neden kolaylıkla?
Çünkü yıllarca subliminal operasyonlarla insanların bilinç altına çeşitli objelerin içinde gönderilen “İslam-terörizm” mesajları ile bu konuda bir ön yargıyı hazırladılar… Kamuoylarını gerçek olanı değil de gösterdikleri gerçekliği (!) kabul etmeye hazır hale getirdiler.
Fakat, hakikat böyle miydi?
Gözümüzün içine baka baka 50 binin üzerinde (Rakamla 50000) TIR silah ve mühimmatı bir terör örgütüne aktarılırken, kamuoyu bu gelişmeye gerekli tepkiyi yeterince göstermezken, daha ülke dışına çıkmadan Hatay’da ve Adana’da durdurulan 3 adet TIR’ın İslami terör örgütlerine gönderileceği iddiası ile MİT üzerinden Türk devleti ve ülkemiz suçlandı.
Burada dikkat etmemiz lazım gelen husus hükümeti suçlama yöntemi kullanılıp Türkiye’deki kamuoyunu bölerken esas olan amaç şuydu: Türk dış politikasını hareket edemez, kendi çıkarlarını savunamaz hale getirmek.
“Ülkeyi yönetenlerin hata, yanlış yapma lüksü yok” denilebilir, ki bu doğru bir çıkış ve istektir, fakat bu bizim iç meselemizdir. Vekalet savaşlarının sürdüğü bölgemizde sınırımızda yaşayan ve ülkemize göç etmek zorunda kalacak soydaşlarımıza yardım yapmaya çalışırken TIR’ları durdurarak operasyon yapanlar poliste, askerde, jandarmada ve yargıdaki FETÖ’cüler ile onları basında destekleyen FETÖ’cüler değil mi? Peki bu FETÖ’nün ipi kimin elinde?
İşte algı operasyonu burada başlıyor. Amerika kendi çıkarına olacak bir operasyonu Türkiye’de Türklere yaptırıyor ve kamuoyunu kabak gibi ortadan ikiye bölüyor. Vekalet savaşlarının sürdüğü bölgemizde dışarıya karşı bir mücadele verirken iç cephede gedik açılıyor. Herkes o dönemdeki siyasi pozisyonuna göre tavır alıyor ve ülke menfaatine olmayacak bir tartışma, psikolojik harp yürütülüyor.
Bir başka örnek…
Hepimiz biliyor ve hatırlıyoruz ki İkinci Körfez Savaşı, Irak’ta kitle imha silahları var iddiası (hatta yalanı) ile başlamıştı. Bu konuda uluslararası kuruluşlarca Irak’a defalarca kontrol amaçlı heyetler gitti. Bu incelemelerde hiçbir delil bulunamadığı halde ABD ve İngiltere’nin baskısı ile Irak’a “demokrasiyi de getirmek” iddiası ile askeri saldırı yapıldı. Yıllar sonra İngiltere Başbakanı Tony Blair bu konuda yanıldıklarını itiraf ederek özür diledi. Ama bu özür ölen binlerce insanı, hayatları kararan milyonlarca insanın kaybını geri getirmedi sonuçta ABD bölgeye/Ortadoğu’ya yerleşti.
Suriye ve İran meselesi üzerinden konuya bakalım.
Türkiye maalesef bazı çevrelerce neredeyse Suriye’deki iç savaşı çıkaran ülke olarak gösteriliyor. Rüşvet dağıtarak işini yürüten bir İranlı (Zarrab) üzerinden ülkemiz İran’a ambargoyu delen, dolayısıyla terörizme destek veren ülke konumuna sokulmak isteniyor.
Bu ambargo nasıl deliniyor? Altın satılarak mı? Türkiye’de üretilen mallar ihraç edilerek mi? Siz Türkiye devletinin İran’ın nükleer silaha erişmesi için gerekli olan malzemeye ulaşmasına yardımcı olacağına inanıyor musunuz? Türkiye’de devlet veya millet veya herhangi bir hükümet böyle bir gelişmeyi arzu edebilir mi? İran’ın nükleer güce ulaşmak için bir takım malzeme ve maddelere erişmesini sağlamaya çalışan satılmış insanlar tabi ki olabilir ama bu Türk devletinin politikası olabilir mi? Bize yaşatılan gerçeklik (olup-biten) ile işin hakikatının aranması bu noktada önem kazanıyor.
Peki ne yapılmaya çalışılıyor? Türkiye’nin ambargoyu devlet olarak deldiği vs. gibi bir argümandan ziyade Türkiye’deki devlet adamlarının İran ile ticaret yapan bir adamın işlerini rüşvet karşılığı kolaylaştırdıkları suçlamasından hareketle bu ticarete aracılık eden devlet bankasının da bu davaya konu edilmesi ve buradan hareketle devlet bankasının suçlanıp para cezasına çarptırılmasına doğru seyreden bir dava görünümü kazandırılmaya çalışılıyor.
Peki bu rüşvet karşılığı işinin kolaylaşmasını sağlayan iş adamı ambargoyu delecek malları mı satmış? Yoksa burada da kurumları aldatıp yanıltarak mı bu işleri yapmış? Eğer öyle ise bu adam nasıl tanık koltuğuna oturtuluyor? Bu şahıs olsa olsa samimi beyanlarından ötürü ceza indirimi alabilir ve sanık sıfatı devam eder. Şu oynanan oyuna benim aklım ermiyor.
Benim anladığım şu: Ortadoğu’da Amerikan planlarına karşı çıkan Türkiye, bir yandan siyasi ve ekonomik anlamda istikrarsızlaştırılmaya çalışılırken ABD’nin bölgeye yönelik politikaların önündeki Türkiye bariyerinin kaldırılması amaçlanıyor. “Bu gelişme, bu plan dış dünyaya nasıl anlatılacak? Dış dünya buna ne diyecek?” diye sorarsak dış dünya zaten yıllardır İslamafobi ile korkutulup uyuşturulmuş durumda. Bu konuda olumsuz yargıya varmaya, karar ve tavır almaya hazır. Peki Türkiye, NATO müttefiki, AB’ye aday ülke, rejimi cumhuriyet, laik, çok partili bir demokrasiye sahip bir ülke değil mi? Sermaye ve kişilerin hareketi için bir kısıtlama yok. Güçlü bir özel sektörü var. Yabancı basın rahatlıkla yayın yapabiliyor her türlü menkul ve gayri menkul alınıp satılıyor. Borsası dünyaya açık, yabancı banka ve finans kuruluşları ve şirketler faaliyette. O zaman ne oluyor? ne diyorsun demezler mi Amerika’ya.
Tamam ama adam diyor ki; “İslam referanslı, muhafazakar bir hükümet ve lideri iş başında. Türkiye gün geçtikçe Batılı değerlerden uzaklaşıyor. Daha İslami bir toplum olmaya doğru ekseni kayıyor, batıdan doğuya geçiyor. Benimle birlikte hareket etmiyor. Bunun düzelmesi için benim Ortadoğu’ya yönelik planlarıma karşı çıkmaması lazım. Kudüs kararımı tanımalı, İsrail’e, PYD/YPG terör örgütüne verdiğim desteğe ses çıkarmamalı.
Yine, Musevi dininin temellerini ve hedeflerini esas alan din devleti “İsrail ile birlikte hareket edersek bütün bu sıkıntılardan kurtulabiliriz” diyenler var. Öyle mi? Yani Amerika’nın güneyimizde bir PKK devleti oluşturma planı yok. Irak’ı, Suriye’yi ve hatta Türkiye’yi bölme planı yokmuş gibi yapacağız. İpek Demiryolu projesini sabote etme planı yok bütün bunları buradaki halkların daha huzurlu ve dürüst bir yaşam sürmeleri için bölgenin mutluluğu için yapıyor. Buna inanmamızı istiyorlar ve buna destek olacak her kesimle işbirliği yapıyorlar. Tabi her kesimin bir zaafiyeti var, beklentisi var, hırsı var, Her kesimin nabzına göre şerbet de var. Amaç hasıl olursa beklediklerini bulamayanlar da tepelenir nasıl olsa.