bercan tutar

Bercan TUTAR – 02 Ekim 2024

 

İran’ın İsrail’e yönelik balistik füzelerle düzenlediği misilleme saldırısı ‘direniş ekseni’nin Rusya ve Çin’den de gereken ‘olur’u aldığı anlamına geliyor. Haliyle ABD’nin en istemediği şey şu sıralar İsrail tarafından tahrik edilen bir bölgesel savaş. Çünkü bu bölgesel savaş, ABD Başkan adaylarından Donald Trump’ın da işaret ettiği gibi Rusya, Çin, Kuzey Kore ve bir yere kadar da Hindistan ile Türkiye’nin de müdahil olmasıyla kısa sürede Atlantik ile geri kalan dünya arasında bir küresel savaşa veya yaygın deyimle III. Dünya Savaşı’na tırmanabilir.

Bu riski gören Rusya daha şimdiden savaş konseptini ve nükleer silah kullanma doktrinini revize etme ihtiyacı hissetti. Vekil bir gücün saldırısında onu destekleyen büyük aktörün de hedef alınacağını ve gerekirse nükleer silahlarla tehdidin bertaraf edileceğini açıklayan Putin, böylece ABD ve Rusya arasındaki ‘sınırlı savaş’ konseptini daha üst aşamaya taşıyarak ‘genişletti’.

Çünkü Ukrayna’da Biden yönetimi ile Rus lider arasındaki tek uzlaşı noktası ABD veya Avrupalı güçlerin Rusya’nın iç bölgelerine saldırı imkânı verecek füzeleri Kiev rejimine vermemesine dayanıyordu.

ABD şimdiye kadar Voldomir Zelenski’nin tüm ısrarlarına rağmen Ukrayna’ya Rusya’nın iç bölgelerini vuracak uzun menzilli füzelerle savaş jetlerini sağlamayı sistemli şekilde reddetti. Bu da Ukrayna’daki mücadeleyi konvansiyonel silahlarla devam eden bir yıpratma savaşına dönüştürüyor ister istemez. Rusya bu yıpratma savaşında başarılı olacağını biliyor. Oluyor da. Çünkü Batı’ya göre hem insani güç hem de lojistik olarak daha avantajlı. ABD ve müttefikleri ise daha şimdiden mühimmat sıkıntısı çekiyor ve Ukrayna’ya istediği konvansiyonel silahları bile sağlamada sorun yaşıyorlar.

Ukrayna’daki benzer savaş doktrini Ortadoğu’da da geçerli. Özellikle de İsrail ve İran arasında patlak vermesi olası bir savaş için. Her iki gücün de arkasındaki büyük devletler savaşın tırmanmasından yana değil. Ancak iki aktör arasında yıpratma savaşına dönüşecek bir mücadelede ise kaybeden tarafın yine İsrail ve ABD olacağı da açık. Tarih de bunu gösteriyor.

7 Ekimde Gazze’ye yönelik barbar saldırılar bir yılını geride bırakıp ikinci yıla girecek. İsrail her tür vahşeti uygulamasına ve ABD ile Batı’dan istediği her desteği almasına rağmen hedeflerine ulaşamadı.

Hamas’a diş geçiremeyen İsrail ve ABD’nin Lübnan ve olası bir İran cephesinde başarılı olması çok zor. Nitekim İsrail daha önce de Lübnan’daydı. 1967 İsrail-Arap Savaşı’ndan sonra Lübnan’a sığınan 800 bine yakın Filistinli burada daha sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) kurdu ve İsrail’in Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgaline karşı Lübnan’dan İsrail’e karşı vatanlarını savunmaya başladı.

Siyonist rejim FKÖ’yü ortadan kaldırmak amacıyla 1982’de Lübnan’ı başkent Beyrut’a kadar işgal etti. Ancak İsrail’in Lübnan’ı işgali ve FKÖ’ye saldırıları bu kez Hizbullah’ın ortaya çıkmasına yol açtı. Görüldüğü üzere bu direniş örgütleri İsrail’in işgal, soykırım ve katliamlarına karşı vatanlarını savunmak için kurulmuş birer direniş hareketi.

İsrail, Lübnanlı Hıristiyan müttefiklerini Beyrut’taki Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında yüzlerce Filistinliyi katletme yetkisi verdi. Ayrıca Filistin Kurtuluş Örgütü’nü merkezini Beyrut’tan Tunus’a taşımaya zorladı.

İsrail daha sonra sınırının kuzeyinde bir güvenlik bölgesi oluşturdu, ancak Hizbullah’ın sert direnişiyle karşılaştı. İsrail’in kayıpları arttıkça, dönemin başbakanı Ehud Barak 2000 yılında tek taraflı olarak Lübnan’ın güneyinden geri çekildi. Çekilme, Hizbullah’ın İsrail ve müttefiklerine karşı zorlu bir siyasi ve paramiliter güç olarak popülaritesini ve gücünü daha da artırdı.

İsrail, Hizbullah’ı yok etmek amacıyla 2006’da Lübnan’ı yeniden işgal etti. Fakat Amacına ulaşamadı. 34 gün süren kanlı çatışmalar ve her iki taraf için de önemli maliyetlerden sonra İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararını kabul etti. Böylece Hizbullah’ın zaferi tescillenmiş oldu.

Hizbullah sadece İsrail’e karşı değil ABD ve Fransa gibi sömürgeci güçlere karşı da başarılı operasyonlar yaptı. 1987’de Hizbullah adını kullanmaya başlayan örgüt İslami Cihad adı altında ilk olarak 18 Nisan 1983’te Beyrut’taki ABD büyükelçiliğine saldırdı. Bu saldırıda 52 Lübnanlı ve Amerikan büyükelçiliği çalışanı hayatını kaybetti. Büyükelçilik saldırısının ardından Hizbullah, Ekim 1983’te 241 ABD askerinin ölümüne neden olan Deniz Kışlası bombalamasını gerçekleştirdi. 9/11 saldırılarından önce bu ABD’ye karşı en büyük uluslararası eylemdi.

Hizbullah, Beyrut’taki CIA istasyon şefi William Buckley de dâhil olmak üzere Amerikan vatandaşlarının kaçırılması ve öldürülmesinden de sorumluydu. Ve 1985’te bir ABD Donanması dalgıcının öldürüldüğü kötü şöhretli TWA 847 olayı da dâhil olmak üzere uçak kaçırma eylemleri gerçekleştirdi. Dolayısıyla, Hizbullah’ın uzun bir bölgesel ve küresel direniş geçmişi var.

Ayrıca Lübnan içinde Hizbullah, Lübnan’a paralel bir tür hükümet konumunda. Lübnan hükümeti, Hizbullah’ın devlet içinde devlet olmasına izin veriyor.

Son dönemde İsrail çağrı cihazı saldırılarıyla, Hasan Nasrallah ile birlikte örgütün üst düzey liderliğine yönelik suikastlar ve örgütün cephaneliğine verdiği zararlarla büyük sükse yaptı. Ancak geniş bir coğrafya, toplumsal desteğe, askeri ve siyasi alanda bölgesel lojistiğe sahip Hizbullah’ı geriletmek öyle kolay değil. Çünkü İsrail ve ABD’nin karşısında sadece Hizbullah yok. Onun arkasındaki İran başta olmak üzere İran üzerinden bölgesel dinamiklerin ve denklemlerin değişmesini isteyemeyen Rusya ve Çin gibi aktörler de var.

Bunlardan bağımsız kendi ulusal çıkarlarına göre gelişmelere bakan ve son yıllarda bölgesinde ve dünyada hayli pro-aktif bir diplomasi izleyen Türkiye gibi güçleri de hesaba katınca Siyonist blokun işi öyle göründüğü gibi kolay değil.

Hatta şartlar 1982’den, 2000’den ve 2006’dan daha zorlu İsrail ve ABD için.

Ne var ki İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu bu kez başarılı olacağına inanıyor. Netanyahu aşırılık yanlısı bakanlarının, özellikle de ulusal güvenlik, maliye ve savunma bakanlarının desteğine sahip. Bundan ayrı ABD’deki Yahudi lobisinin Biden yönetimi üzerindeki etkisine güveniyor. Koalisyon ortaklarının ve ABD’nin desteğiyle Netanyahu bölgesel savaşta başarılı olacağına ve iç siyasette hayatta kalacağına inanıyor.

Netanyahu liderliği bu içi boş özgüvenden dolayı Gazze’de ve Lübnan’da savaş normlarını, uluslararası insancıl hukuku, BM Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararını ve Uluslararası Adalet Divanı’nın soykırım eylemlerine karşı uyarısını görmezden geliyor.

Siyonist rejimin dünyaya meydan okuyan tutumunun nedeni ABD’nin İsrail’e verdiği açık çekten kaynaklanıyor. Washington, İsrail’in Lübnan kampanyasını desteklemek için 8,7 milyar dolarlık bir yardım paketini daha onayladı.

Netanyahu’nun güveni, İsrail’in nükleer kapasitesiyle daha da güçleniyor. Her ne kadar ilan edilmese de İsrail’in bölgede caydırıcılık ve askeri üstünlük için birçok nükleer silaha sahip olduğu bildiriliyor. Netanyahu, İran ve destekçilerine karşı nükleer güç dahil orantısız güç kullanımının meşru olduğunu savunuyor. İşte Burada Putin’in yeni nükleer silah kullanma konseptinin mahiyeti daha kritik bir hal alıyor.

Haliyle Hizbullah, Hem Rusya ve Çin gibi revziyonist güçlerin hem de İran’ın İsrail ve ABD’ye karşı “direniş ekseni”nin kilit bir unsuru. Netanyahu, örgütün yok edilmesinin İran’ın ulusal ve bölgesel güvenlik sisteminin parçalanması anlamına geleceğini biliyor. Bu yüzden İran’la doğrudan bir çatışma riskini almaktan çekinmiyor ve böyle bir durumda ABD’nin tam desteğini alacağına inanıyor.

Ancak önceki gün İsrail’e atılan balistik füzeler Moskova, Pekin ve Tahran’ın Hizbullah’ı ve Lübnan’ı kaderine terk etmeyeceğini gösteriyor. Üstelik Hizbullah, Hamas değil. Zarar görmüş ama yine de oldukça iyi silahlanmış ve stratejik bir konuma sahip. Grup, İsrail işgaline karşı sonsuz bir direniş gösterebilecek lojistiğe sahip. Bu, İsrail için geçmişte de olduğu gibi yüksek insani ve maddi maliyetlere yol açabilir.

Üstelik İsrail, Hamas’ın direnişini söndürmeyi hala tam olarak başarabilmiş değil. Hizbullah’a karşı bir kara savaşında mücadele etmek çok daha zor ve tehlikeli olacaktır. Diğer bir husus da Netanyahu’nun da eski ABD başkanı George W. Bush gibi Ortadoğu’yu ABD’nin jeopolitik tercihlerine göre yeniden düzenlemeye çalışma fantazisidir. Terörizme karşı savaş ve demokrasiyi teşvik etme kisvesi altında Afganistan ve Irak’a müdahale etti Bush yönetimi. Ancak Amerika’nın eylemleri bölgeyi daha da istikrarsızlaştırdı ve ABD’nin hezimetiyle sonuçlandı.

Netanyahu da Bush’un akıbetiyle karşılaşacak. Çünkü Türkiye, Rusya ve Çin, arkasına ABD’yi alan Netanyahu’nun Ortadoğu’yu babasının çiftliği gibi düzenlemesine izin vermeyecektir. ABD, küresel ve bölgesel aktörlerin bu kararlılığını görüyor. Bu nedenle İsrail’in bütün provokasyonlarına rağmen bölgesel savaşa doğrudan katılma cesaretini gösteremiyor. Deyim yerindeyse sütten ağzı yanan ABD yoğurdu üfleyerek yiyor. Zira bu sefer de hiçbir şeyin farklı olmayacağını görüyor.