maymun çiçeği detayları

Ferhat ÜNLÜ – 03 Temmuz 2024

 

Türkiye’nin, uzun yıllardır fay hatları üzerinde çeşitli oyunlar oynanan bir ülke olduğunu sağır sultan bile bilir. 1978’de kurulup, 1984’te silahlı terör eylemlerine başlayan PKK üzerinden kurgulanan Türk-Kürt çatışması senaryosu, bu oyunlardan en bilinenidir ve 46 yıldır sonuca ulaşamamıştır, bundan sonra da ulaşamayacaktır. Sünni-Alevi fay hattı, 1978 Kahramanmaraş, 1980 Çorum olayları ile 1993 Madımak Oteli katliamı ile harekete geçirilmek istenmiş, ancak şükür ki bu da sonuç vermemiştir.

Bugüne dek hiçbir güç, Türkiye’yi kendi içinde bir etnik veya mezhebi çatışmaya sürükleyememiştir. Çünkü bu konuda son dönemin moda medikal tabiriyle söylersek bağışıklığımız çok yüksektir, immün sistemimiz sağlamdır.

Ne var ki bağışıklığımız ne derece güçlü olsa da bu tür operasyonlara sık maruz kalan bir ülke olmak yıllar içinde devletiyle milletiyle ülkemizi yormuştur.

Haziran 2011’de patlak veren Suriye İç Savaşı ile seneler içinde sürekli yükselen bir grafikle gelen ve nihayetinde pandemi döneminde platosuna erişen göçmen meselesi bu açıdan yeni bir fay hattıdır. Ve adres vererek söyleyelim; Amerika Birleşik Devletleri, kıta Avrupası ülkeleri ve İsrail’deki Türkiye karşıtı güçlerin ellerini ovuşturarak harekete geçirmek istedikleri bir hattır bu.

Kayseri’de başlayan ve birkaç ilimize münferit olaylar biçimde sıçrayan göçmenlere, evlerine ve eşyalarına yönelik pogrom (dinsel, etnik ve siyasi nedenlerle bir gruba karşı düzenlenen toplumsal şiddet hareketlerine verilen isim) dalgası bağışıklığımız yüksek olduğu için fazla alevlenmeden sönümlendi.

 

TAM DA SURİYE DİPLOMASİSİNDEN SONUÇ ALINMIŞKEN…

Bu provokasyonun, tam da yıllar önce istihbari ve diplomatik düzeyde başlamış ve bugün siyasi sonuçları alınma evresine erişmiş Suriye hükümeti/Esad rejimi ile görüşmelerin somutlaştığı bir dönemde sahneye konulması tesadüf değildir. Aynı şekilde Türkiye’nin askeri varlığının bulunduğu Suriye içindeki bölgelerde sahneye konulan şanlı bayrağımıza yönelik saldırı provokasyonlarının da organize olduğunu bilmeye yetecek kadar uzun dünya tecrübemiz var.

Bununla birlikte bir ülkenin; yabancı gizli servisler, yaygın kolaycı ve ‘alaycı’ deyimle dış güçler tarafından kışkırtılabilmesi için operasyonun sonuç vereceği bir toplumsal zeminin bulunması gerekir. Türkiye’de bu zemin, göçmen meselesi bağlamında vardır, ekonomik buhranın etkileriyle birleştiğinde bu zeminin çarpan etkisi gözle görülür biçimde artmaktadır.

İlginizi çekebilir!  Reyting Kaygısıyla Aileyi Kurban Etmek İsteyenlere Karşı Mücadele

 

GÖÇMEN MESELESİ VE POGROM BAĞIŞIKLIĞI

Dolayısıyla göçmen meselesi misal bir Türk-Kürt, ya da Sünni-Alevi fay hattı gibi bağışıklığımızın yeterince güçlü olduğu bir hat değildir. Bu senaryo daha önce de ülkemizde sahneye konulmaya çalışılmıştır. 2021 senesinde Ankara’nın Altındağ ilçesinde 18 yaşındaki Emirhan Yalçın’ın, Suriyeli biri tarafından bıçaklanarak öldürülmesinden sonra yaşanan olaylar bunun müşahhas örneklerindendir.

Emirhan Yalçın’ın öldürülmesinden sonra ilçenin Battalgazi Mahallesi’nde ciddi bir gerginlik yaşandı. Göçmenlerin yoğunlukta olduğu mahallede toplananlar, yabancıların iş yerlerinin camlarını kırdı, eşyalarını dışarı çıkarıp, ateşe verdi. Geç saatlere kadar süren gerginlik, polisin müdahalesiyle son buldu.

Altındağ’da yaşanan o olay, bütün yönleriyle ele alındığında bir ‘pogrom’  değildi ama gerekli tedbirler alınmadıkça ileride hali vakti yerinde veya yoksul Suriyelilere karşı bu tür eylemlerin olabileceğini göstermesi açısından bir prototip niteliğindeydi.

Kayseri’de başlayıp Konya, Adana ve Antalya’ya kısmen sıçrayan olayları,

Fransız sosyolog ve antropolog Gustav Le Bon’un kitle psikolojisi tezleri açısından değerlendirmek de bundan sonraki muhtemel girişimlerin tedbirini alma konusunda bize yol gösterici olacaktır. Le Bon’un gösterdiği üzere; galeyana gelmiş kitle her daim lince meyyaldir. Kitlenin vicdanı yoktur, misal tek başına vandallığa ya da şiddete tevessül etmeyecek biri, kitlenin içine girdiğinde canavarlaşabilir. Herhangi bir ideolojik saikle hareket etmeyen biri de siyasi gerekçelerle başlayan pogromlarda lince iştirak edebilir.

 

OLAYLARA KARIŞANLARIN KRİMİNAL KİMLİĞİ

Kayseri’deki olaylara karışanların genelde kriminal tipler olması, çeşitli suçlardan; misal göçmen kaçakçılığı ve hatta küçük yaşta çocuğun istismarı gibi yüz kızartıcı suçlardan sabıkalı olmaları ‘ideolojisiz pogromcuların’ ülkemize özgü sarkastik bir emsalidir.

Türkiye Cumhuriyeti devleti bu tür olayları kontrol altına alabilecek güce fazlasıyla haizdir. Ta 2012’den bu tarafa devlet içinde yaşanan güç mücadeleleri ve 2013 Gezi’den bu yana yaşanan toplumsal olaylar bu konudaki toplumsal bağışıklığımızı artırmıştır. Bununla birlikte Türkiye’nin artık sürdürülemez hale gelmiş bir göçmen sorunu da vardır ve millet bu konuda devletten çözüm beklemektedir.

İlginizi çekebilir!  İstanbul Muradına Erecek Gibi...

Birleşmiş Milletler’e göre, bir nüfus hareketinin göç olarak nitelendirilebilmesi için gidilecek olan yerde bir yılı aşkın süre ile kalmak ve sürekli yerleşmek amacıyla gitmiş olmak gerekiyor. Bu tanım çerçevesinde Türkiye, tarihi boyunca üç önemli göç dalgası yaşadı. Bunlardan ilki Birinci Dünya Savaşı ile başlayan, çoğunluğu Bakanlardaki Türklerin oluşturduğu göç hareketiydi. İkinci göç dalgası, 1990’da ABD’nin Irak’a müdahalesiyle gerçekleşti. Bu süreçte çok sayıda Iraklı göçmen ülkemize akın etti. Üçüncü önemli göç dalgası ise, Suriye İç Savaşı’ndan sonra başladı.

Nisan 2011’de nüfusu 22 milyon olan Suriye’de bugün halkın yarısı evini, yaklaşık 13 milyonu da ülkesini terk etti. Bu göçmenlerin hatırı sayılır bir kısmı Türkiye’ye geldi. Dünya Göç Raporu’na göre Suriye, ‘en çok mülteci veren’, Türkiye de ‘en çok mülteciye ev sahipliği yapan’ ülke konumunda.

Düzensiz göçten ötürü meydana gelebilecek provokasyonlara karşı tedbir almak Türkiye için kısa, orta vadeli bir milli güvenlik meselesidir. Göçün ekonomik ve toplumsal sonuçlarını zamanla Türkiye lehine çevirmek de uzun vadeli bir milli güvenlik meselesi…

Yazıyı, Habertürk yayınında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a sorduğum soru üzerine verdiği Üçüncü Dünya Savaşı riski yanıtı bağlamında güncelleştirerek toparlayayım:

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, askerler arasında idi. Soğuk Savaşsa, casuslar arasında… Üçüncü Dünya Savaşı, yeryüzünün fay hatlarında etnik kimlik, mezhep ve ideolojik cephelerin siviller arası savaşı şeklinde tezahür edecek. Bir başka deyişle iç savaşlar şeklinde… Bu anlamda dünya, zaten bir savaşın içinde. Ancak bunun daha büyük çatışmaya dönüşme riski de var.

Üçüncü Savaş’ın en önemli cephesi, sokaktır/mahalledir. Sokağa çıkarsanız ülke olarak enfeksiyona açık hale gelir, savaşı mahallenize çağırırsınız. Türkiye’yi bu savaştan koruyacak olan da mahalle kültürüdür. Bunun simülasyonunu birkaç günlüğüne gördük. Ders çıkarırsak hiçbir şey olmaz.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.