Bercan TUTAR – 10 Mayıs 2024
Ailenin ölümü… Aile sonrası çağa giriş…
Daha fazla robot ve daha verimli bir dünyanın bedeli daha az insan ve daha az çocuk olacak… Buna değer mi?
Çok değil daha on yıl önce ülkemiz ve dünyada bir nüfus sorunu yoktu. Olsa da bu bir aile krizi şekline bürünmemişti henüz. Ancak şimdi Türkiye başta olmak üzere hemen her ülkede daha doğrusu küresel çapta bir nüfus artışında azalma ve aile bağlarından bireyciliğe doğru tarihi bir geçiş yaşıyoruz. Bir bakıma bütün dünya aile sonrası çağa giriş yapıyor.
Özellikle nüfus fazlalığının kaçınılmaz görüldüğü 1960’lı yıllarda böyle bir demografik kriz düşünülemezdi . Hatta Paul Ehrlich, 1968 tarihli Nüfus Bombası adlı kitabında, dünyadaki insan sayısının sürdürülemez seviyelere fırlayacağını ve bunun küresel kıtlığa yol açacağını öngörüyordu. Ancak Ehrlich’in öngördüğü felaket gerçekleşmedi. Hatta trend tam tersine dönmeye başladı.
2023 yılının küresel nüfus artışı 1950’den bu yana görülen en düşük artış oldu. İnsanların kendi kendilerini yetiştirmesi bir yana, bugün dünya insanlarının neredeyse yarısı doğurganlık oranlarının yenilenme seviyesinin çok altında olduğu ülkelerde yaşıyor.
Hem demografik hem de aile krizi yaşayan ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), 2023 yılının Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre 31 Aralık 2023 itibarıyla Türkiye’nin nüfusu bir önceki yıla göre 92 bin 824 kişi artarak, 85 milyon 372 bin 377 kişi oldu. Toplam nüfusun yüzde 50,1’ini erkekler, yüzde 49,9’unu ise kadınlar oluşturuyor.
Bu tabloya göre 2007 yılından bu yana en düşük nüfus kayıt hızı kaydedildi. 2021’de binde 12,7 ve 2022’de binde 7,1 olarak ölçülen nüfus artış hızı, 2023’te binde 1,1’e geriledi.
Türkiye’de evlilik sayısı da düşüşte. TÜİK verileri, Türkiye’de evlilikler boyunca 2023 yılında 565 bin 435’e düştüğünü ortaya koydu. Boşanmaların üçte biri ilk beş yılda görüldü. Son 20 yılda evlilik oranı düştü, boşanmaların sayısı arttı.
Türkiye’de 2004’te 615 bin 557 olan evlenen çift sayısı, 2023’te 565 bin 435’e geriledi. Boşananların sayısının yüzde 89 arttığı son 20 yılda; 11 milyon 800 bin 266 çift evlendi, 2 milyon 559 bin 910 çift yollarını ayırdı. 2004-2023 yıllarını kapsayan süreçte 1000 nüfus başına düşen evlenme sayısını ifade eden ‘kaba evlenme hızı’ yüzde 37 düştü, ‘kaba boşanma hızı’ yüzde 49 arttı. Kaba evlenme hızı 2004’te yüzde 9,10’dan 2023’te yüzde 6,63’e geriledi, kaba boşanma hızı ise yüzde 1,35’ten yüzde 2,01’e yükseldi. 91 bin 22 olan boşanma sayısı da 171 bin 881’e yükseldi.
Ülkemiz için bir diğer risk de Türkiye’nin yaşlı nüfus oranının artık ilk kez çift hanelere ulaşmasıdır. Türkiye’de yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı, 2023’te yüzde 10,2’ye çıkarak Cumhuriyet tarihinde ilk kez çift haneyi gördü. 65 yaş ve üzeri nüfus, 2023’te 8 milyon 722 bin 806 kişi oldu. Geçen yıl yaşlı nüfusunun 3 milyon 880 bin 356’sının erkek, 4 milyon 842 bin 450’sinin kadın olduğu görüldü. Yaşlı nüfus artarken çocuk nüfusu da haliyle azalıyor. TÜİK’in 2023 yıl sonu verilerine göre nüfusun 22 milyon 206 bin 34’ünü çocuklar oluşturuyor. Çocuk nüfusun yüzde 51,3’ünü erkek çocuklar, yüzde 48,7’sini kız çocuklar oluşturdu. Çocuk nüfusu ülkemizde 1970 yılında toplam nüfusun yüzde 48,5’ini oluştururken bu oran 1990 yılında yüzde 41,8 ve 2023 yılında yüzde 26,0 oldu.
Benzer bir demografik ve aile krizi ABD gibi göçmen uluslarda dahi yaşanıyor. ABD Nüfus Sayımı daha geçenlerde Amerikan tarihindeki en düşük doğum oranını açıkladı. BM’ye göre 2100 yılına gelindiğinde küresel çapta demografik büyüme hızı neredeyse durmuş olacak. Vebanın lanetlediği Orta Çağ döneminden bu yana görülmemiş demografik kriz dönemine giriyoruz.
Burada en büyük sorun ailelerin küresel ölçekteki çöküşüdür. ABD’de 18 yaşın altındakilerin yaşadığı hanelerin sayısı 1970’de yüzde 56’dan 2020’de yüzde 40’a düştü. Ve 2020’de ABD’deki tüm hanelerin dörtte birinden fazlası tek kişilik hanelerdi. Benzer şekilde İngiltere’de de 30 yaşın altındaki kadınlarda hem doğum hem evlilik oranları tüm zamanların en düşük seviyesine ulaştı. Çoğu Batı ülkesindeki bu tablo Türkiye’de, Japonya’da, Çin’de ve Güneydoğu Asya’nın çoğu ülkesinde de aynı.
Demografik durgunluğun aile bağlarının zayıflamasının doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Batı’da genç nesillerin evlilik ve çocuklardan uzak durması şaşırtıcı olmasa gerek. Cinsiyet karmaşasının olduğu ve kadın-erkek ilişkilerinin bozulduğu bir çağda yaşıyoruz. Gallup, bugün Z kuşağındaki kadınların yüzde 28’inden fazlasının kendilerini LGBT olarak tanımladığını belirtiyor. Bu kişilerin çoğunluğu kendilerini tam anlamıyla lezbiyen olmaktan ziyade biseksüel olarak tanımlıyor. Bu kesimler geleneksel heteroseksüel ilişkileri açıkça ‘baskıcı’ olarak tanımlamasa bu ilişkiyi modası geçmiş olarak reddetmeleri, küresel çaptaki artan eğilimin bir yansımasıdır.
Bu kuşaklar onlarca yıldır devam eden bir kültür savaşının ürünleridir. Bir zamanlar gençlere evlenmeleri ve çocuk sahibi olmaları yönünde baskı yapılırken, artık bekârlık geniş çapta normal karşılanıyor. Üniversite kampüsleri bazı genç kadınlar üzerinde özellikle radikalleştirici bir etki yaratıyor. Elbette yeşil ideoloji burada başıboş dolaşıyor ama ‘queer çalışmaları’ gibi konularda da bir patlama var. Bu programlarda öğretilen içeriğin büyük bir kısmı, ‘çekirdek ailenin’ yerine kolektif çocuk yetiştirmenin bir biçimini koyma gündemi var. Örneğin önde gelen feminist Sophie Lewis, geleneksel ailenin yerine ‘tam taşıyıcı anneliği’ savunuyor.
Black Lives Matter hareketi bile başlangıçta çekirdek aileye karşıtlığını temel platformunun bir parçası haline getirdi. Akademik destekçileri genellikle evliliği beyaz üstünlüğünün bir aracı olarak görüyor.
Ancak nüfus azalmasının nedeni tamamen uyanık siyasete yüklenemez. Asya’da bir zamanlar baskın bir güç olan aile geleneği burada da etkisini kaybetmiş durumda. Bugün Çin’de, 20 ila 40 yaşları arasındaki 58 milyon bekar kişi de dahil olmak üzere 200 milyon bekar yetişkin bulunuyor. Çin’de yalnız yaşayan insanların oranı bir zamanlar neredeyse hayal bile edilemeyecek olan yüzde 15’e yükseldi.
Evlilik ve çocuk doğurma oranlarındaki bu düşüşten endişe duyan Çin Komünist Partisi, genç Çinli erkekleri ‘erkeksi davranmaya’ teşvik etmeye çalışıyor ve üreme için teşvikler sağlıyor. Ancak Batılı gençler gibi Çinli gençler de giderek artan bir şekilde ‘kendileri için yaşamayı’ hayatlarını yönlendiren temel prensip olarak benimsemeyi tercih ediyor. Çinli gençler evlilik ve doğumun kendileri için neredeyse hayatın stresiyle eşanlamlı hale geldiğini’ belirtiyor.
Hem Doğu’da hem de Batı’da gençler ‘cinsiyet durgunluğu’ olarak tanımlanan bir krizin pençesinde. ABD’de cinsel açıdan aktif kişilerin payı 30 yılın en düşük seviyesinde bulunuyor. 2019’da genç Amerikalı erkeklerin yaklaşık yüzde 30’u, geçen yıl hiç seks yapmadıklarını bildirirken, genç kadınların yaklaşık yüzde 20’si bu oranlara ulaştı. Modern Asya demografisinin habercisi olan Japonya’da, erkek ve kadınların kabaca üçte biri otuzlu yaşlarına bakire olarak giriyor.
Elbette aşırı nüfus artık bir tehdit olarak görünmüyor. Ancak John Maynard Keynes’in kehanet niteliğinde uyardığı gibi bir şeytanı zincire vurmak, eğer dikkatsiz olursak, yalnızca daha şiddetli ve daha inatçı bir başkasını kaybetmemize neden olabilir… Gittikçe çocuksuz kalan bir dünya, kesinlikle bir dizi başka sorunu da beraberinde getirecektir.
Başlangıç olarak, yaşlanan nüfusa sahip toplumlar çok daha az üretken olacak. Çin’de çalışma çağındaki nüfus (15 ila 64 yaş arası) 2011’de zirveye ulaştı. 2050 yılına kadar yüzde 23 oranında düşeceği tahmin ediliyor. O zamana kadar Çin’deki yaşlı nüfusun iki katına çıkması ve en fazla nüfusa sahip ülkelerden birini oluşturması bekleniyor. 2100 yılına gelindiğinde Çin nüfusunun neredeyse yarısı 60 yaşın üzerinde olacak; bu oran ABD’den veya Avrupa’nın büyük bir kısmından çok daha yüksek.
Ancak bu sadece Çin ile sınırlı değil. Bir bütün olarak OECD için 65 yaş ve üzeri kişilerin 20 ile 64 yaş arasındakilere oranı şu anki yüzde 22 olan rakamdan 2050 yılında yüzde 46’ya çıkacak.
Türkiye gibi ABD ve diğer Batılı ülkelerin çoğu halihazırda büyük bir kamu emeklilik kriziyle karşı karşıya. Örneğin Amerikalılara refah sağlayan sosyal güvenlik rezerv fonları 2034 yılına kadar tükenecek. Daralan istihdam tabanı ve yaşlıların artan talepleri ile başa çıkmak için ABD, Almanya gibi vergi artışına başvuran ülkelerin izinden gitmek zorunda kalacak.
Aynı zamanda insanlar artık devlete her zamankinden daha fazla güveniyor. Hem dini kurumlar hem de aile geriledikçe, Avrupa’da olduğu gibi insanların aileye ve topluluğa daha az bağımlı bir dünyaya giriyoruz . Bunun yerine, kritik hizmetleri sağlamak için kişisel olmayan devlet kurumlarına bakıyorlar. Daha serbest piyasa odaklı ABD’de bile, evli olmayan ilericiler sıklıkla kira sübvansiyonları veya doğrudan nakit transferleri için baskı yapıyor.
Daha fazla devlet refahı ve bunu destekleyen yerli işgücünün giderek azalmasıyla, nüfus azalması doğal olarak daha fazla göçmen işçiyi gerekli kılıyor. Gelişmekte olan dünyadan gelişmiş dünyaya 2050 yılına kadar yıllık ortalama 2,2 milyon olması beklenen bir göç, büyük ekonomilerin işleyişini sürdürmesine izin verse de mevcut toplumsal düzeni tehdit ediyor. Birçok gelişmiş ülke, bu kitlesel insan akınını kolaylaştırmak için sınırlarını gevşetti. Her ne kadar Asya ülkeleri, özellikle fabrikalarda ve çiftliklerde büyük işgücü açığıyla karşı karşıya kalsalar da kitlesel göçe Batılı ülkeler gibi hazırlıklı değiller.
Batı’da ve Türkiye gibi ülkelerdeki kitlesel göç, sıradan insanlar arasında şiddetli bir muhalefete yol açıyor.. Aralarında Avusturya, Fransa, Hollanda, İsveç, İtalya ve Almanya’nın da bulunduğu pek çok ülkede aşırı sağcı veya solcu popülist hareketlerin beslenmesine yardımcı oldu. Popülist partilere verilen desteğin büyük kısmı, ani kültürel aksaklıklardan ve yeni gelenleri barındırmak için yapılan kamu harcamalarından rahatsız olan çalışan kesimden ve alt-orta sınıflardan geliyor.
Uzun süredir göçmenlere bağımlı olan ABD’de de tutumlar sertleşti. Mevcut demografik çöküş ve bunun siyasi geri tepmesi konusunda ne yapılabilir? Bazıları kurtuluşu, çocuk yetiştirme yükünün çoğunu ailelerden devlete bırakan ‘Kuzey tarzı’nı benimsemekle görüyor. Ancak İskandinavya ve Kanada başta olmak üzere bu yaklaşımı benimseyen pek çok ülke dahi yenilenme seviyesinin çok altındaki doğurganlık oranlarıyla mücadele etmeye devam ediyor.
Geçim sıkıntısı, yüksek konut maliyetleri, öğrenci borçları ve kariyer talepleri gibi ekonomik ve sosyal sorunlar dünyada doğum oranlarını düşürüyor.
Elbette ailenin dirilişi sadece ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda medeniyet meselesidir. Eric Kaufmann’ın “Shall the Religious Inherit the Earth?/Dünya Dindarlara mı Miras Kalacak?” kitabında açıkladığı gibi, laik insanlar veya ilerici inançların mensupları, Evanjelik Hıristiyanlar, Ortodoks Yahudiler ve mütedeyyin Müslümanlara göre daha az çocuk sahibi.
Açıkçası laik insanların da ailelere ihtiyacı var. Bunun yolu da hem psikolojik sağlığı hem de ekonomik başarıyı iyileştirmeden geçiyor. Yani aile kurmayı yeniden tesis etme yönünde güçlü bir motivasyon oluşturulabilir. Fakat bunun için kültürel ve sosyal tutumların değişmesi gerekiyor. Uzmanların dediği gibi yeniden insanların çalışmaktan ve çocuk yetiştirmekten keyif aldığı bir toplum inşa edilmeli. Bunun gerçekleşebilmesi için aileyi ve çocukları bir kez daha pozitif değerler olarak kabul etmemiz gerekiyor. Bu, özellikle yüksek eğitimli kişiler arasında nadir görülen bir görüştür.
Joel Kotkin’in de vurguladığı gibi daha az insanın ve daha fazla robotun olduğu bir dünya, daha yeşil ve belki de daha ‘verimli’ bir toplum olabilir. Ancak bunun bedeli, insanları verimsiz makinelerden başka bir şey haline getiren romantizm, evlilik, çocuklar gibi birçok şeye mal olacak. Bunun gerçekten ödemeye değer bir bedel olup olmadığını kendimize sormalıyız.