Bercan TUTAR – 16 Şubat 2024
İsrail’in Gazze’deki soykırım saldırıları bugün 133’üncü gününde de devam etti. İsrail’e 7 Ekim’de başladığı saldırılarda destek veren ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya gibi Batılı liderler sırtını sıvazladıkları ve kucaklayarak her tür vahşi planına arka çıktıkları Gazze kasabı İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’yu şimdi durdurmaya çalışıyor. Fakat artık yarattıkları canavarı kontrolde zorlanıyorlar.
Kravatlı, takım elbiseli psikopat ve sadist Batılı Siyonazi liderlerin çark etmesinin en büyük nedeni İsrail’in Avrupa ve ABD’den gelen her tür desteğe rağmen Hamas’ın direnişini ve Gazze halkının iradesini yok edememesidir. Batılı Siyonazilerle İsrailli Siyonistlerin çuvallamasının en büyük ikinci nedeni de Küresel Güney diyebileceğimiz Batı dışı dünyanın devletler düzeyinde Gazze’ye ve Filistin’e verdiği destektir.
İsrail ile ABD’nin Gazze’deki hezimetinin üçüncü ve en etkili nedeni ise bizzat Bahtlı halkların sadist siyasi liderlerinin bu soykırım barbarlığına karşı gösterdiği tepkidir. İç içe geçmiş zincirleme reaksiyonlarla harekete geçen bu üç faktörden dolayı soykırımcı ittifak küresel vicdanın duvarına tosladı.
Şimdi harekete geçme sırası Batı ve İsrail karşıtlarında. Bu bağlamda Batı ile Küresel Güney arasında bir hesaplaşmaya dönüşmeye başladı Gazze krizi.
New York’taki Columbia Üniversitesi’nde modern Arap siyaseti ve entelektüel tarih profesörü olan Joseph Massad’ın da Middle East Eye’daki yazısında yetkin ve detaylı şekilde dile getirdiği gibi bugün dünya, Filistinlilere yönelik soykırımı destekleyen güçlü emperyalist beyaz üstünlükçü, ırkçı ve sömürgeci bir azgın azınlık ile bu soykırımı desteklemeyen ve buna karşı çıkan vicdan ve ahlak sahibi çoğunluk arasında bölünmüş durumda.
Geçtiğimiz ayın sonlarında Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı (UAD), İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere karşı soykırım eylemlerinde bulunduğuna ve bunun araştırılmasına karar verdi. Güney Afrika’nın açtığı davaya yanıt olarak mahkeme, İsrail’e Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal eden “tüm eylemlerin önlenmesi” ve Filistinlilere karşı “soykırıma doğrudan ve aleni kışkırtmanın engellenmesi ve cezalandırılması” emrini verdi.
UAD’nin kararı, İsrail’i doğrudan Batılı soykırımcı beyaz sömürgeci-yerleşimci toplumların yanında konumlandırıyor. Bu karar aslında Siyonizm ve Yahudi yerleşimci işgalcilerin Batılı emperyalistler eliyle 1880’lerden bu yana Filistin halkına uyguladığı zulümlere ilişkin gecikmiş bir araştırma kararıdır.
Çünkü Filistinlilere yönelik soykırım eylemleri sadece 7 Ekim’den bu yana değil Güney Afrika’nın davasında iddia ettiği gibi 1948’den bu yana sistemli bir şekilde devam ediyor.
Burada İsrail’in soykırımlarını dile getiren bazı tarihsel çıkışları hatırlatmakta fayda var. Filistinliler İsrail’i 1948’den bu yana etnik temizlikle suçlarken, İsrailli politikacılar ile İsrailli ve Filistinli bilim adamları da İsrail’i Filistin halkına karşı etnik katliam, siyasi cinayet ve ” soykırım” yapmakla suçluyor.
Soykırıma gelince, son Güney Afrika vakası böyle bir suçlamanın yapıldığı ilk olay değildi. Eylül 1982’deki Sabra ve Şatilla katliamlarından kısa bir süre sonra, BM Genel Kurulu, katliamları “bir soykırım eylemi” olarak kınayan bir kararı kabul etti. 123 ülke ezici bir çoğunluğu bu kararı destekledi ve yalnızca 22 çekimser oy kullanıldı, kararda karşı oy yoktu.
Sadece ABD ve ve Kanada’daki beyaz yerleşimci kolonileri “soykırım” terimini reddetti ve çekimser kaldı. Avustralya ve Yeni Zelanda’nın beyaz yerleşimci kolonileri ile İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Belçika ve Hollanda’nın da aralarında bulunduğu Batı Avrupa sömürge ülkeleri de çekimser kaldı. Buna karşılık Sovyetler Birliği (SSCB) şunu ilan etti: “İsrail’in Lübnan topraklarında yaptığı şey soykırımdır. Amacı Filistinlileri bir ulus olarak yok etmektir.”
İsrail’in Gazze’yi toplama kampına dönüştürmesinin başlangıcından bu yana, özellikle de BM’nin 1982 tarihli kararından sonra İsrail’in soykırımcı bir ülke olduğu yönündeki suçlamalar her yerde yaygınlaştı.
1982’deki karar öncesi BM Genel Kurulu’nda yapılan konuşmalarda SSCB’ye bağlı Alman Demokratik Cumhuriyeti de tıpkı Küba ve Nikaragua gibi İsrail’i soykırım yapmakla suçladı. Nikaragualı delege, “yirminci yüzyılın ortasında Nazilerin yok etme politikasından bu kadar çok acı çeken bir halkın aynı faşist, soykırımcı argümanları ve yöntemleri diğer halklara karşı nasıl kullanabileceğine” hayret ettiğini dile getirdi.
İsrail’in Lübnan’daki suçlarını araştıran uluslararası hukukçulardan oluşan bağımsız bir uluslararası komisyon da 1983’ün başlarında “İsrail’in Filistin halkına yönelik politikaları ve uygulamalarıyla ilgili olarak soykırım kavramını açıklığa kavuşturmak için yetkili bir uluslararası organın tasarlanmasını veya kurulmasını” tavsiye etti.
İsrail’in 2005-2006’da Gazze’yi toplama kampına dönüştürmesinin başlangıcından ve iki milyondan fazla Filistinlinin burada hapsedilmesinden bu yana, İsrail’in soykırımcı bir ülke olduğu yönündeki suçlamalar daha somut ve net şekilde ifade edilmeye başlandı.
Örneğin Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, İsrail’in 2008-2009’da Gazze’yi bombalamasını “soykırım” olarak nitelendirdi. İsrail’in 2014 yılında Gazze’ye yönelik savaşında 2 bin 200’den fazla Filistinliyi öldürmesinin ardından Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, Holokost’tan sağ kurtulan düzinelerce kişi ve Holokost’tan sağ kurtulanların soyundan gelen yüzlerce kişinin destek verdiği İsrail’i açıkça soykırımla suçladı.
En azından 2008’den bu yana uluslararası akademisyenler, bilimsel dergilerde 1948 ve sonrasında işlenen zulümler nedeniyle İsrail’i Filistinlilere karşı soykırım yapmakla suçluyorlar.
İsrail ve onun savunucuları bu suçlamaları her zaman şiddetle reddettiler. Ancak bunu yaparken, sömürgeleştirmelerinin yerli halklara yönelik soykırım olup olmadığını tartışmaya devam eden beyaz yerleşimci kolonileriyle iyi bir arkadaşlık içindeler.
Aslında Avrupalı ve Amerikalı akademisyenler bile beyaz yerleşimcilerin soykırım uygulamalarının gizlenmesine aktif olarak katkıda bulundu. Önde gelen Yahudi kökenli Alman-Amerikalı filozof Hannah Arendt, 1951’de İngiliz yerleşimcilerin Amerika ve Avustralya’yı yani “kendi kültürleri veya tarihleri olmayan” iki kıtayı sömürgeleştirmelerinin “yerlilerin sayısal yoğunluğu nedeniyle nispeten kısa süreli acımasız tasfiye dönemlerine” tanık olduğunu söyleyerek Batı’nın sömürgeci siyasetini meşrulaştırmaya çalıştı.
İngiltere’nin milliyetçi ve sömürgeci devlet adamlarının hiçbirinin düşük ırklar olarak diğer halklara karşı ayrımcılıkla hiçbir zaman ciddi bir şekilde ilgilenmediğini bunun tek nedeninin de söz konusu ülkelerin Kanada ve Avustralya’nın neredeyse boş olması ve ciddi bir nüfus sorunun olamaması olduğunun altını çiziyordu Arendt.
Batılı Beyaz sömürgecilerin topraklarını savunan yerlileri yok etmenin gerekçesi, Avrupa sömürge düşüncesinin arşivlerini dolduruyor. İsrail ve onun Batılı savunucularının “misilleme olarak anılan sömürgecilerin yerlilere karşı direnmesi, Batılı barbar ahlakının temel taşı olmaya devam ediyor. Yerlilerin sömürgeci zalimlere yönelik saldırısını, sömürgeci hırsızlık ve baskıya karşı savunmacı bir tepki olarak değil, şiddetin başlangıcı olarak görüyorlar.
Batılı hükümetlerin İsrail’in soykırım savaşına verdikleri şiddetli desteğin de gösterdiği gibi, bu tutumu şimdi de sürdürüyorlar. Bu, ana akım batı basını tarafından Filistin halkının yok edilmesi için öne sürülen gerekçelere ve İsrail’in zulmünü Siyonizmin ırkçı ve soykırımcı doğasının bir parçası olarak kınayan, özellikle akademik açıdan her türlü görüşe ait hem gerçek hem de mecazi polislik faaliyetlerine ek olarak yapılıyor. BM Genel Kurulu, 1975 yılında Siyonizm’i resmi olarak “bir tür ırkçılık ve ırk ayrımcılığı” olarak tanımladığında onun Batı’nın sömürgeci sistematiğiyle hareket ettiğini tespit etmişti.
Gazze’ye yönelik saldırılardan sonra BM Genel Kurulu’nda ateşkes çağrısı yapan son kararın 153 ülke tarafından desteklenmesi ve yalnızca 10 ülkenin (İsrail ve ABD dahil ) karşı çıkması ve UAD kararının 15 daimi yargıçtan 14’ü tarafından desteklenmesi pek de tesadüf değil. Bu uluslararası fikir birliği, bir yanda beyaz Avrupa ülkeleri ve onların beyaz yerleşimci işgalcileriyle dünyanın geri kalanı arasındaki bir hesaplaşmadan başka bir şey değildi.
İsrail’in dünyanın çoğunluğu tarafından bu şekilde kınanması karşısında dehşete düşen Almanya, çok ünlü bir soykırım geçmişine sahip. İsrail soykırımını savunan ülkeler arasında ön sıralarda yer alan Almanya UAD’de üçüncü taraf olarak İsrail’in savunmasına katılmakta ısrar etti.
Halkı Alman soykırımının ilk kurbanları olan Namibya’nın, Almanya’nın beyaz olmayan Filistinlilere yönelik soykırımı pişmanlık duymadan desteklemesine kızması tesadüf değildi. “Almanya’nın korkunç geçmişinden ders çıkaramamasından” yakınan ve yakınlarda vefat eden Namibya’nın başkanı Hage Geingob, “Namibya’nın Almanya’nın ırkçı İsrail devletinin soykırım niyetine verdiği desteği (soykırım tazminatını) reddettiğini” ilan etmişti.
1901’de yürürlüğe giren “Beyaz Avustralya” göç politikası 1973’e kadar sıkı bir şekilde uygulandı. Yeni Zelanda’nın 1947’de uygulamaya konulan yalnızca beyazlara yönelik göç politikası 1987’ye kadar kaldırılmadı. Kanada’nın açıkça ırkçı göç politikası 1962’ye kadar devam etti. Güney Afrika’nın ırkçı göç politikası 1994’te Apartheid’in yıkılmasına kadar devam etti.
ABD cumhuriyetinin beyazların üstünlüğünü savunan anlayışı, 1790 yılında vatandaşlık hakkını ülkede iki yıl boyunca ikamet eden herhangi bir “özgür beyaz kişi” ve bu kişilerin 21 yaşın altındaki çocukları ile sınırlayan ilk Vatandaşlığa Kabul Yasası ile yasalaştı.
Asyalıların çoğunu (Hintliler ve Japonlar dâhil) dışlayan ve 1965’e kadar tamamen yürürlükten kaldırılmayan 1882 tarihli ırkçı Çin Dışlama Yasası ABD’nin sömürgeci göç politikasının omurgasını oluşturdu.
İsrail’in, dünyanın herhangi bir yerindeki Yahudilerin İsrail’e göç etmesine ve vatandaş olmasına izin veren Geri Dönüş Yasasını 1950’de yürürlüğe koyması da Batı’nın sömürgeci göç yasalarını örnek aldığını gösteriyor. BU hak Siyonist İsrail’in sınır dışı ettiği ve bu Yahudilerin yerini alması gereken yerli Filistin halkına vermediği bir haktır.
Beyazların hâkim olduğu batılı liberal basın ve üniversite yönetimleri de dahil olmak üzere hem beyaz muhafazakarlar hem de ana akım beyaz liberaller, bu beyaz yerleşimci-sömürgeci rejimleri ve onların yerli halka yönelik politikalarını her zaman desteklediler.
Tüm bunların açıkça gösterdiği şey, bugün dünyanın iki karşıt kamp arasında bölünmüş olduğudur. Filistinlilere ve halkın çoğunluğuna yönelik soykırımı destekleyen azgın bir Batılı azınlık var. Aralarında beyaz olmayan liberallerin de bulunduğu bu soykırımcı Siyonaziler daha çok emperyalist beyaz üstünlükçüler, ırkçılar ve muhafazakârlardan oluşuyor. Soykırımı destekleyen bu azgın azınlıkta utanma ve pişmanlık yoktur. Ancak ilk kez Batılı kamuoyunun da verdiği destek karşısında artık soykırımcı tutumlarını ve bilinçaltındaki barbar düşüncelerini rahatlıkla dile getiremiyorlar.
Çünkü artık dünya değişti. Soykırıma karşı çıkan halklar destek veren Küresel Güney devletleri ezberleri ve dengeleri bozuyor. Soykırımcılar artık suçlarının bedelsiz kalmayacağını görüyor. Dünyanın soykırımcılardan hesap soracağını anlamaları nedeniyle İsrailli Siyonistlerin de suç ortağı Batılı Siyonazilerin de etekleri tutuşmuş halde. Çünkü dünyanın kararlılığı onları korkutuyor. Öyle görünüyor ki Gazze’deki soykırımcıların akıbeti de Nazilerinki gibi olacak. Küresel gidişat bunu gösteriyor. Bu nedenle hem küresel statükoda pozisyon sahibi Batılı ülkeler arasında hem de Batı ile Batılı olmayan ülkeler arasındaki Gazze hesaplaşması derinleşiyor. Bir bakıma Gazze direnişi yeni bir dünyanın kurulmasına da öncülük ediyor.
İnsanlık Gazze’deki masum bebek, çocuk ve kadınların barbarca katledilmesini önleyemedi. Ancak onların şehadeti her geçen gün dünyayı soykırımcılardan kurtaracak evrensel bir muştuya dönüşüyor. İnsanlığın gösteremediği direnişi Gazzeli masumlar ve Hamas’ın yetimler ordusu gösterdi. Bu utanç da bize yeter…