955 kez görüntülendi.

Markar Esayan’ın Yazamadığı Kitap

Mehmet Hakan KEKEÇ – 15 Temmuz 2024

Entelektüel birikim ve fehmine çok güvendiğim nadir kişilerden biriydi Markar Esayan. Kendisini bir çırpıda okuduğum İyi Şeyler kitabındaki yazıları vesilesiyle tanımıştım.

Tabii evvelinde gazetelerde yazdığını, o aralar vekil olmak için çalıştığını ve her daim istihza ettiğim (ve etmeye de devam edeceğim) güncel/aktüel siyaset üzerine TV’de demeçler verdiğini biliyordum elbette, ama bunlar alakamı cezbeden meseleler değildi.

Denk geliyor fakat ne yalan söyleyeyim merak etmiyordum. İyi Şeyler sayesinde ise bambaşka bir Markar Esayan ile karşılaşmıştım. İyi bir okur – yazar ve güçlü bir düşünce adamıyla.

O zamanlar Star Gazetesi’nde Açık Görüş ekini çıkartıyordum. Fakat dilediğim zaman kitap yazıları yazabiliyor ya da röportajlara gidebiliyordum. Markar Esayan ile de bir röportaj yapmak istedim. Numarasını buldum. Ama telefonu başka biri açtı.

“Mehmet Hakan Kekeç… İleteceğim…” dedi, kapattı. Beş dakika geçmeden aynı numara bu sefer beni arıyordu. Açtım. Sesin sahibi Markar abiydi. İlk kez konuşuyorduk.

Ama öyle sevecen ve samimi bir tonu vardı ki, gel de bu konuşmanın ilk kez olduğuna inan. Kitaptaki yazıları beğendiğime çok sevindiğini söyledi ve görüşmek üzere en yakın bir tarihe Şişli’de bir kafeye randevu verdi.

Markar abiyle görüşmemizden sıkı bir röportaj çıkmıştı (şimdi ne hikmetse bu röportaj metnini bulamıyorum), en önemlisi çok nazik ve birikimli bir insanla tanışmıştım. Meğerse beni takip ediyormuş. Hatta babam Ahmet Kekeç ile hakkımda ‘ileri geri’ laflar ettikleri bile olmuş.

O gün bilhassa Elias Canetti üzerine çok uzun durduğumuzu hatırlıyorum: Körleşme benim pek ehemmiyet verdiğim bir kitaptı. Markar abi Körleşme’yi okumuş olmama şaşırmıştı.

O da bir şey mi! Kitabın Türkçeye çevirilmesinde Oğuz Atay’ın emeği olduğunu da anlatmıştım (Hani aşka gelen Bektaşî’nin ‘Siz beni bir de abdestli görün’ demesi gibi). Şimdi konuşma sırası bendeydi!

Louis Ferdinand Celine’in Fransasını yitirmiş Fransasını, John Fante’nin ABD’de açtığı ‘göçmen romanı’ içtihadını, Refik Halid Karay’ın muazzam hatıralarını ve Yetenekli Bay Ripley’in maceralarını…

Birkaç ay sonra Markar Esayan vekil oldu. Ya da görüştüğümüz sıralarda yeni olmuştu. İnanın bu detayı hatırlamıyorum. Bunun sebebi hafızamdaki noksanlıktan ziyade Markar abinin vekil olmadan önce de sonra da aynı samimiyeti korumasıdır.

Şimdi diyebilirsiniz ki “öncesini nereden biliyorsun?”. İlk telefon konuşmamız sırasında henüz vekil olmadığından eminim de ondan. Vekil olduğunda da olmadığında da -birilerinin bakmadıklarında kıymete bindiklerini zannettikleri- telefonlara hemen cevap vermesi, uzun uzun kitap sohbetlerine her daim vaktini ayırması, arkadaş canlısı yaklaşımını hiçbir şartta yitirmemesi ve en önemlisi yazdıklarım veya haberlerim üzerinden gocunmadan bana saatlerce öneriler/açılımlar getirmesi… Markar abi böyle biriydi.

O zamanlar Star Gazetesi’nin Dış Haberler şefliğine getirilmiştim. Yönetimin taltifini izin yaptığım bir sırada öğrendim. Gazetecilerin ‘dedikoduları’ takip etmeyi pek sevdiği bir internet sitesine düşmüştü haber. Bilirsiniz, “X Gazetesinde üst üste atamalar!” türünden olan haberler.

İlk arayıp tebrik edenlerden biri Markar abiydi. Kendisine kaygılarımı ilettim: Henüz 27 yaşındaydım ve aslında yakın zaman içerisinde yönümü tamamıyla müptelası olduğum Tarih’e çevirmeyi planlıyordum. “Sakın…” dedi, “İkisini birlikte yürütebilirsin.” Fakat öyle olsa da bu sefer “Torpille o işe geldi” diyeceklerdi.

Halbuki Açık Görüş’ün müdürü Halime Kökçe ile Dış Haberler Şefi Saadet Oruç Ankara’da çalışmalar yapıyorken iki işi birden tek başıma idare edebildiğim için neredeyse zorunda bıraktığım bir atamaydı. Tamam da kim bunu bilecekti? Uğraşamazdım.

Fakat uğraştım. Şimdi Markar abiyi de dinleyip koparmadığım bu seyir sayesinde hem tarih iptilamı hem de gazetecilik alakamı tatmin edebildiğim bir iş yapıyorum. O akşamki konuşma için her daim kendisine müteşekkirim.

Markar abinin sağda solda pek açık etmediği bir ilgisi vardı: Selçuklu tarihi… Konuşmalarımız bir süre sonra edebiyattan tamamen tarihe dönmüştü. Selçuklu hakkında çok ciddi Ermeni kaynakları vardır, bunları okuyor, gocunmadan pek iptidaî sorular soruyor; nihayetinde düşündüklerini bana iletiyordu.

Ermeni diasporasının menfur adımlarından ve Türk – Ermeni düşmanlığından çok ciddi müteessirdi. Yeniden inşa edilmesi gereken “Doğu birlikteliğinin” en önemli cüzü gördüğü Türk – Ermeni dostluğunun kökenlerini arıyordu ve bunun için Selçuklu kaynaklarını didik didik ediyordu.

En çarpıldığı nokta muasır Ermeni müelliflerinin Selçuklu sultanları için “Babamız…” ifadesini kullanmasıydı. Bir gün benden hepsini derleyip yollamamı istedi. Baktım, bu istekler artıyor. Hayırdır? “Bir kitap yazacağım…” dedi, “Modern döneme kadar sekiz asır süren o birlikteliği irdeleyeceğim.” Bilhassa bu konuda kalem oynatan Fransız tarihçilere pek gıcıktı.

O günlerde 15 Temmuz saldırısı gerçekleşti. ABD’nin kuklacı Fetö’nün ise kukla olduğundan emin olduğum o saldırı gecesi Markar Esayan “Ezanlar susmasın!” diye tweet attı. Ne hissediyor, istiyor ve duasını ediyorsa onu söyledi. Bunu en başta tarihe bakışından ve yazmak istediği kitaptan anlıyordum.

Fakat pek tabii kimileri tarafından bu duası neredeyse ‘sinyal’ muamelesi gördü. Markar abi buna ihtiyacı olan biri değildi. İhtiyacı olanlar elbette vardı. Sabah 5’te deliğinden çıkanlar, korkusundan “evlere girelim ya hu ne darbesi” diye mesajlar paylaşanlar veya “diriliş direniş yükseliş yan yatış düz gidiş” türünden sathi sinyalleri vermek durumunda olanlar.

Ne yazık ki “akl-ı nurunu yitiren medya”da çok ciddi payları var ve hâlâ ‘önemli birileri’ kılığında dolaşabiliyorlar. Bir an evvel tasfiye edilmeleri gerekiyorken kisvelerinin her seferinde biraz daha üzerlerine yapışması pek bir tuhaftır!

Kitap çalışmalarının nasıl gittiğini sormak için aradığım bir günde Markar abinin “hastalığı nedeniyle pek ilerleyemediğini” öğrendim. Neydi bu hastalık? Açıkçası irdeleme cesareti bulamadım. Sonraki gün TV’de gördüğüm Markar abinin halinden hastalığının epey ciddi olduğunu anladım. Babamla da konuşmuşlar meğerse.

“Midemde ciddi bir sorun var, abi” demiş. Anladım tabii. Benzer sorun o günlerde babamın ciğerine de yuva yapıyormuş. Bilmiyorduk. Sonra öğrendik. O hastalık sürecinde Markar abiyle babam birbirlerini çok kez aradılar, moral verdiler, ilaçlar tavsiye ettiler, “Ya hu Markar bana kefir çok iyi geldi” gibi karşılıklı öneriler geçtiler. Hastalıkları aynı süreçte ağırlaştı ve birkaç hafta arayla vefat ettiler.

Ömrü vefa etseydi Markar abinin kaleminden çok ciddi bir Türkiye – Ermeni tarihi okuyacaktık. “Birilerinin bu iyi şeyleri yapması gerekiyor” demişti.

Okuduğum ilk kitabına yaptığı göndermeyi anlamıştım. İyi şeyler… Kitap dışında; Markar abi yaşasaydı -az evvel bahsettiğim- o akl-ı nurunu yitiren medyada aklı ile tam bir müsbet/ayrıcalıklı emsal olabilirdi. Şimdikiler nasıl bir karikatüre dönüştüğünün farkında dahi değil. En azından anlatacak biri olabilirdi.

Markar abiyi özlemle anıyorum. Yattığı yer incitmesin…

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

mehmet hakan kekeç

Mehmet Hakan KEKEÇ – 15 Temmuz 2024

Entelektüel birikim ve fehmine çok güvendiğim nadir kişilerden biriydi Markar Esayan. Kendisini bir çırpıda okuduğum İyi Şeyler kitabındaki yazıları vesilesiyle tanımıştım.

Tabii evvelinde gazetelerde yazdığını, o aralar vekil olmak için çalıştığını ve her daim istihza ettiğim (ve etmeye de devam edeceğim) güncel/aktüel siyaset üzerine TV’de demeçler verdiğini biliyordum elbette, ama bunlar alakamı cezbeden meseleler değildi.

Denk geliyor fakat ne yalan söyleyeyim merak etmiyordum. İyi Şeyler sayesinde ise bambaşka bir Markar Esayan ile karşılaşmıştım. İyi bir okur – yazar ve güçlü bir düşünce adamıyla.

O zamanlar Star Gazetesi’nde Açık Görüş ekini çıkartıyordum. Fakat dilediğim zaman kitap yazıları yazabiliyor ya da röportajlara gidebiliyordum. Markar Esayan ile de bir röportaj yapmak istedim. Numarasını buldum. Ama telefonu başka biri açtı.

“Mehmet Hakan Kekeç… İleteceğim…” dedi, kapattı. Beş dakika geçmeden aynı numara bu sefer beni arıyordu. Açtım. Sesin sahibi Markar abiydi. İlk kez konuşuyorduk.

Ama öyle sevecen ve samimi bir tonu vardı ki, gel de bu konuşmanın ilk kez olduğuna inan. Kitaptaki yazıları beğendiğime çok sevindiğini söyledi ve görüşmek üzere en yakın bir tarihe Şişli’de bir kafeye randevu verdi.

Markar abiyle görüşmemizden sıkı bir röportaj çıkmıştı (şimdi ne hikmetse bu röportaj metnini bulamıyorum), en önemlisi çok nazik ve birikimli bir insanla tanışmıştım. Meğerse beni takip ediyormuş. Hatta babam Ahmet Kekeç ile hakkımda ‘ileri geri’ laflar ettikleri bile olmuş.

O gün bilhassa Elias Canetti üzerine çok uzun durduğumuzu hatırlıyorum: Körleşme benim pek ehemmiyet verdiğim bir kitaptı. Markar abi Körleşme’yi okumuş olmama şaşırmıştı.

O da bir şey mi! Kitabın Türkçeye çevirilmesinde Oğuz Atay’ın emeği olduğunu da anlatmıştım (Hani aşka gelen Bektaşî’nin ‘Siz beni bir de abdestli görün’ demesi gibi). Şimdi konuşma sırası bendeydi!

Louis Ferdinand Celine’in Fransasını yitirmiş Fransasını, John Fante’nin ABD’de açtığı ‘göçmen romanı’ içtihadını, Refik Halid Karay’ın muazzam hatıralarını ve Yetenekli Bay Ripley’in maceralarını…

Birkaç ay sonra Markar Esayan vekil oldu. Ya da görüştüğümüz sıralarda yeni olmuştu. İnanın bu detayı hatırlamıyorum. Bunun sebebi hafızamdaki noksanlıktan ziyade Markar abinin vekil olmadan önce de sonra da aynı samimiyeti korumasıdır.

Şimdi diyebilirsiniz ki “öncesini nereden biliyorsun?”. İlk telefon konuşmamız sırasında henüz vekil olmadığından eminim de ondan. Vekil olduğunda da olmadığında da -birilerinin bakmadıklarında kıymete bindiklerini zannettikleri- telefonlara hemen cevap vermesi, uzun uzun kitap sohbetlerine her daim vaktini ayırması, arkadaş canlısı yaklaşımını hiçbir şartta yitirmemesi ve en önemlisi yazdıklarım veya haberlerim üzerinden gocunmadan bana saatlerce öneriler/açılımlar getirmesi… Markar abi böyle biriydi.

O zamanlar Star Gazetesi’nin Dış Haberler şefliğine getirilmiştim. Yönetimin taltifini izin yaptığım bir sırada öğrendim. Gazetecilerin ‘dedikoduları’ takip etmeyi pek sevdiği bir internet sitesine düşmüştü haber. Bilirsiniz, “X Gazetesinde üst üste atamalar!” türünden olan haberler.

İlk arayıp tebrik edenlerden biri Markar abiydi. Kendisine kaygılarımı ilettim: Henüz 27 yaşındaydım ve aslında yakın zaman içerisinde yönümü tamamıyla müptelası olduğum Tarih’e çevirmeyi planlıyordum. “Sakın…” dedi, “İkisini birlikte yürütebilirsin.” Fakat öyle olsa da bu sefer “Torpille o işe geldi” diyeceklerdi.

Halbuki Açık Görüş’ün müdürü Halime Kökçe ile Dış Haberler Şefi Saadet Oruç Ankara’da çalışmalar yapıyorken iki işi birden tek başıma idare edebildiğim için neredeyse zorunda bıraktığım bir atamaydı. Tamam da kim bunu bilecekti? Uğraşamazdım.

Fakat uğraştım. Şimdi Markar abiyi de dinleyip koparmadığım bu seyir sayesinde hem tarih iptilamı hem de gazetecilik alakamı tatmin edebildiğim bir iş yapıyorum. O akşamki konuşma için her daim kendisine müteşekkirim.

Markar abinin sağda solda pek açık etmediği bir ilgisi vardı: Selçuklu tarihi… Konuşmalarımız bir süre sonra edebiyattan tamamen tarihe dönmüştü. Selçuklu hakkında çok ciddi Ermeni kaynakları vardır, bunları okuyor, gocunmadan pek iptidaî sorular soruyor; nihayetinde düşündüklerini bana iletiyordu.

Ermeni diasporasının menfur adımlarından ve Türk – Ermeni düşmanlığından çok ciddi müteessirdi. Yeniden inşa edilmesi gereken “Doğu birlikteliğinin” en önemli cüzü gördüğü Türk – Ermeni dostluğunun kökenlerini arıyordu ve bunun için Selçuklu kaynaklarını didik didik ediyordu.

En çarpıldığı nokta muasır Ermeni müelliflerinin Selçuklu sultanları için “Babamız…” ifadesini kullanmasıydı. Bir gün benden hepsini derleyip yollamamı istedi. Baktım, bu istekler artıyor. Hayırdır? “Bir kitap yazacağım…” dedi, “Modern döneme kadar sekiz asır süren o birlikteliği irdeleyeceğim.” Bilhassa bu konuda kalem oynatan Fransız tarihçilere pek gıcıktı.

O günlerde 15 Temmuz saldırısı gerçekleşti. ABD’nin kuklacı Fetö’nün ise kukla olduğundan emin olduğum o saldırı gecesi Markar Esayan “Ezanlar susmasın!” diye tweet attı. Ne hissediyor, istiyor ve duasını ediyorsa onu söyledi. Bunu en başta tarihe bakışından ve yazmak istediği kitaptan anlıyordum.

Fakat pek tabii kimileri tarafından bu duası neredeyse ‘sinyal’ muamelesi gördü. Markar abi buna ihtiyacı olan biri değildi. İhtiyacı olanlar elbette vardı. Sabah 5’te deliğinden çıkanlar, korkusundan “evlere girelim ya hu ne darbesi” diye mesajlar paylaşanlar veya “diriliş direniş yükseliş yan yatış düz gidiş” türünden sathi sinyalleri vermek durumunda olanlar.

Ne yazık ki “akl-ı nurunu yitiren medya”da çok ciddi payları var ve hâlâ ‘önemli birileri’ kılığında dolaşabiliyorlar. Bir an evvel tasfiye edilmeleri gerekiyorken kisvelerinin her seferinde biraz daha üzerlerine yapışması pek bir tuhaftır!

Kitap çalışmalarının nasıl gittiğini sormak için aradığım bir günde Markar abinin “hastalığı nedeniyle pek ilerleyemediğini” öğrendim. Neydi bu hastalık? Açıkçası irdeleme cesareti bulamadım. Sonraki gün TV’de gördüğüm Markar abinin halinden hastalığının epey ciddi olduğunu anladım. Babamla da konuşmuşlar meğerse.

“Midemde ciddi bir sorun var, abi” demiş. Anladım tabii. Benzer sorun o günlerde babamın ciğerine de yuva yapıyormuş. Bilmiyorduk. Sonra öğrendik. O hastalık sürecinde Markar abiyle babam birbirlerini çok kez aradılar, moral verdiler, ilaçlar tavsiye ettiler, “Ya hu Markar bana kefir çok iyi geldi” gibi karşılıklı öneriler geçtiler. Hastalıkları aynı süreçte ağırlaştı ve birkaç hafta arayla vefat ettiler.

Ömrü vefa etseydi Markar abinin kaleminden çok ciddi bir Türkiye – Ermeni tarihi okuyacaktık. “Birilerinin bu iyi şeyleri yapması gerekiyor” demişti.

Okuduğum ilk kitabına yaptığı göndermeyi anlamıştım. İyi şeyler… Kitap dışında; Markar abi yaşasaydı -az evvel bahsettiğim- o akl-ı nurunu yitiren medyada aklı ile tam bir müsbet/ayrıcalıklı emsal olabilirdi. Şimdikiler nasıl bir karikatüre dönüştüğünün farkında dahi değil. En azından anlatacak biri olabilirdi.

Markar abiyi özlemle anıyorum. Yattığı yer incitmesin…

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.