celalettin yavuz 800-563 yeni

Prof. Dr. Celalettin Yavuz, Güvenlik Politikaları Uzmanı – 28 Nisan 2025

 

Ağırlıklı olarak güvenlik politikaları üzerinde analiz yapmaya çalıştığım ancak zaman zaman, güvenlik politikalarıyla doğrudan ilgili olduğu için “ekonomistlerin sınırlarını aşmaksızın” ekonomideki yanlışlara da değindiğim, kıymetli okuyucularım tarafından bilinmektedir.

Özellikle güvenlik politikalarını ve dış politikalarını yakından izlediğim devlet erkanının doğrularını alkışlayan, yanlışları da eleştiren, bir bakıma “doğruya doğru, eğriye eğri!” diyen, milletime ve ülkeme karşı sorumluluklarımın siyaset üstü olması gerektiğine inanan biriyim.

Son haftalarda ortaya çıkan gelişmelerde devletimizin birçok alanda peş peşe tökezlediğini görmek çok üzücü. Ancak bu gerçeklerin kamuoyu tarafından bilinmesine olan ihtiyacın da göz ardı edilmemesi gerekli. Ne yazık ki devletin Tv kanalları ve iktidara yaranmaya çalışan özel kanallardaki bir grup sözde yorumcular bu kusurları görmezden geliyorlar. Üstelik bunlar arasında Cumhurbaşkanlığı danışma kurullarında görev almış “uzmanlar” da var.

Bu analizde “devletin tökezlediği” alanlarla ilgili örnekler verilecek olup, sorunun “karar alma” sisteminden kaynaklanıp kaynaklanmadığı üzerinde durulmuştur.

Dış Politikada Alarm Veren Gelişmeler

Son dönemde Türk dış politikasının alarm verdiği açıkça seçilebilmektedir. Oysa daha Aralık 2024’te Suriye’deki gelişmelerle sevinçten havalara zıplamıştık. MİT Başkanı Kalın’ın Suriye Devrim Lideri el-Şara ile “Emevi Camii’nde Cuma namazı kılmasını” büyük bir övünç meselesi olarak görmüştük. Hele de Dışişleri Bakanı Fidan’ın el-Şara ile sarmaş dolaş karşılaşması, ardından Şam’a tepeden bakan Kasyun Dağı’ndan keyifle çay içen görüntüleri üzerine kendisini “Suriye fatihi” gibi görenler de olmuştu…

Ankara’ya davet edilen Şara, Şam’a gönderilen Cumhurbaşkanlığının özel uçaklarından biriyle geldiği Külliye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la da görüştü. Mart 2025 ortalarında Dışişleri Bakanı Fidan, Milli Savunma Bakanı Güler ve MİT Başkanı Kalın’la birlikte Şam’da Şara ile görüşmenin ardından İsrail ve İran’ın provokasyon girişimlerinin olabileceğine dikkat çekerek, Suriye’nin işi çok zor ama Suriye’de istikrarın teminatı Türkiye!” diye konuşmuştu.

Buraya kadar olan her gelişmeyi alkışladık!

Ancak ne olduysa, Şara’nın açıkladığı kabinede Türkmen (Türk) bakanın yokluğu ile tekke düştü, kel görünmeye başladı. Fidan’ın “istikrarın teminatı Türkiye” diye şişinerek söylediği Suriye, ne yazık ki Türkiye’yi sırtından vurmuş gibiydi. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan ile 17 Mart 2025’te “Hakan Fidan sıradan bir Dışişleri Bakanı değil. MİT Müsteşarlığı’ndan gelen ve dünyanın sayılı  güvenlik politikaları uzmanlarından birisi!” şeklinde menkıbeler dizdiği Fidan’a yakınlığı ile bilinen ve çok tanınmış bir ulusal medyanın köşe yazarı, Şara’nın kabinesinde Türk olacağını hararetle ileri sürmüştü.

Devlet ve iktidara yakın Tv organlarında hemen her gün yer alan bu kişi “Altını tekrar çizerek söylüyorum. Türkmenler de bakanlar kurulunda yer alacak. Zaten başta Cumhurbaşkanı Ahmed Şara olmak üzere Türkiye dostu bakanlar da var!” şeklinde iddia etmiş olmasına rağmen, 30 Mart 2025’te açıklanan Şara kabinesinde Türk bakanı ara ki bulasın…

Suriye’de bu son gelişmeler yaşanmadan önce Şubat 2025 ortalarında Kıbrıs’la ilgili bir konuda sendeledik. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Mısır’la Chevron Cyprus Limited, NewMed EnergyLP, BG Cyprus Limited firmalarının lisans sahibi olduğu bir mutabakat zaptını imzaladı. Doğalgaz çıkarılacak “Afrodit” doğal gaz sahasının, KKTC’nin TPAO’ya lisans verdiği 12’nci parsel, Kronos sahası ise Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Bölgesindeki 6. parselde yer aldığı belirtilmişti.

Bu gelişme üzerine “Dünya Lideri” Cumhurbaşkanımız  Erdoğan’ın, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile ilk görüşmesinin ardından iki ülke ilişkilerinin normalleşeceği, Türkiye’nin Gazze Şeridi ve Filistin’le ilgili yoğun çabalarının Mısır-Türkiye ilişkilerine yeni bir ivme kazandıracağı hesaplanmıştı. Ne yazık “yazıya dökülmeyen” evdeki hesap, Doğu Akdeniz’e uymadı…

Ele alınmışken Kıbrıs’la devam edelim. Suriye’de Şara’nın kabinesi sebebiyle yaşanan şaşkınlık henüz devam ederken 4 Nisan 2025’te AB-Orta Asya Devletleri arasındaki anlaşmanın ardından imzalanan Semerkant Bildirgesi ile Türk Dünyası’nın Kıbrıs’ta Güney Kıbrıs’ı tanıyıp, büyükelçiler atarken, KKTC’yi gayrı meşru bulan metni imzaladıkları duyuldu. Bu gelişme tam bir hayal kırıklığı idi. Oysa Türkiye’yi yönetenler, KKTC’yi Türk Devletleri Teşkilatı (TDT)’na “Gözlemci Üye” diye kabul ettirdikten sonra, KKTC’nin uluslararası alanda tanıtımı konusunda ne kadar büyük ümitler vermişlerdi.

İlginizi çekebilir!  ABD Merkezli Liberal Kurallara Dayalı Uluslararası Düzenin Çöküşü Hızlandı! – Adem Kılıç

Kıbrıs’ta doğru gitmeyen bir diğer konu da büyükelçi tercihindeki yanlışlardır. Barolar Birliği eski başkanı Feyzioğlu, Türkiye’nin Anamuhalefet Başkanı Özel’in, Kıbrıs Barış Harekatı’nın 50’nci yıl kutlaması için KKTC’ye avdeti sırasında resmi bir karşılama yaptırmamıştı. O dönem iktidarla normalleşme çabasında olan Özel konudan duyulan rahatsızlığı iletince bir hafta içerisinde Feyzioğlu Prag’a, yerine de Dışişleri Bakan Yardımcısı Yasin Ekrem Serim atandı.

Serim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “örtülü ödeneği”nin başındaki Maksut Serim’in oğlu. Buraya kadar sorun yor. Ancak üniversiteyi Kıbrıs’ta kardeşi ile birlikte okumuş olan Serim, içinde kumarhaneler kralı ve mafya lideri diye bilinen Falyalı’nın da bulunduğu pek çok akçeli işlere girdiği gerekçesiyle KKTC basını tarafından sıkça tartışıldı. Hatta Kıbrıs’tan elde edilen paralarla Londra’da emlak satın alındığı, içinde Türk devlet adamlarını ve aile bireylerini ilgilendiren, istihbari kıymeti bulunan kasetlerin de işe karıştığı bir yığın söylenti üzerine, henüz 6 aylık görev süresi dolmuşken Serim görevden alındı.

Hazır Kıbrıs’a gelmişken bir cümle de İsrail’e yardım bahanesiyle GKRY’de üs kurmaya çalışan ABD için bir şeyler söylemek gerekli. Zira Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör ülkelerinden Türkiye’ye haber bile verilmeden yapılan bu faaliyet üzerine en azından bir nota verilemez miydi? Ne yazık ki verilemedi…

Ekonomide Alarm Veren Gelişmeler

Bilindiği üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizlerle ilgili takıntısı var. Ona göre “Faiz sebep, enflasyon sonuç!” Nitekim bu ekonomi tezini Türkiye’ye uygulatmaya başlayınca Merkez Bankası’nın o dönemde 128 milyar dolar olduğu söylenen döviz rezervi erimiş, hatta eksilere gerilemişti. Türkiye’ye büyük bir yoksulluk getiren bu uygulama sırasında, karşı çıkmış olacak ki mevcut Merkez Bankası Başkanı Ekim 2021’de “Bir gece ansızın” değiştiriliverdi.

Ardından Türkiye döviz sıkıntısına düşünce bu kez de Kur Korumalı Mevduat (KKM) garabeti uyduruldu. Türkiye adeta ayağına sıktığı bu kurşunla büyük bir ekonomik sıkıntıya girerken, ne yeni Merkez Bankası başkanı, ne de yeni Maliye ve Hazine Bakanı Nebati, Erdoğan’a “Bu uygulama ekonomiyi batırır, uygulamayalım!” diyemedi. Sadece onlar mı? İktidarın “ekonomi uzmanı” danışmanları, milletvekilleri, Meclis Başkanı, aksakallıları, hatta iktidar ortakları bile gıkını çıkaramadılar!

2023 genel seçimleri öncesi, aslında “olmaz” demesine rağmen, Erdoğan erken yaşta emeklilik (EYT) ucubesini uyguladı. Öyle ki bir kişi sadece 3600 günlük çalışmayla emekli olabildi. Dünyanın hiçbir “demokratik hukuk devletinde uygulanması mümkün olmayan” bu harekete karşı da gıkını çıkartan olmadı.

Genel seçimler öncesi ekonominin başına getirilen Maliye ve Hazine Bakanı Mehmet Şimşek başkanlığındaki ekonomi heyeti Erdoğan’ın “ekonomi uzmanlığı”nın faturasını 2024’te ve 2025’te ücretliler ile emeklilere kesti. Türkiye’de orta direk yıkıldı.

Son olarak 19 Mart 2025 İmamoğlu türbülansıyla da ekonomiye büyük bir darbe vuruldu. İlk günler Merkez Bankası, ücretlilerin ve emeklilerin sırtından biriktirilen döviz rezervinden 45 milyar doları satmak mecburiyetinde kaldı. Türkiye’nin dış borç alma kredibilite değeri (cds) fırladı. Bir süredir faiz indirimine gidilirken, faizler tekrar yükseltildi. Bunun anlamı; 45 milyar dolara ilaveten hazine (ya da ücretli ve emekliler) daha da kaybedecek demekti…

Kanaatimiz odur ki, yargılama bile yapılmaksızın İmamoğlu’nun tutuklanacağı Şimşek’e bildirilse önlemek için elinden geleni yapardı. Burada akla gelen soru; acaba İmamoğlu’nu tutuklayan İstanbul başsavcısı, bu kararı kendi iradesiyle mi vermişti? Eğer öyle ise Türkiye’ye ilk günlerinde bile 45 milyar dolara mal olan bu kararı alan kişi hala aynı görevde tutulabilir mi? Üstelik Adalet Bakan Yardımcılığı bile yapmış olan bu kişinin “bakan yardımcılığı” konusundaki liyakatı sorgulanamaz mı?

1999 yılı Marmara depremleri sonunda cep telefonu konuşmaları üzerinden getirilen vergiler aradan uzun yıllar geçtikten sonra hala bile devam ediyor. Bunun kaldırılması için hiç bir devlet ve hükümet yetkilisi sesini çıkaramadı mı?

İlginizi çekebilir!  Filistin dosyası Lahey'de: Türkiye'den Müdahillik Başvurusu

Bir de Kanal İstanbul olayı var. Dünyada petrol kullanımı belli bir süre sonra kısıtlanacak iken,  petrol ile doğalgaz transferlerinde tankerlerin yerini büyük ölçüde boru hatları alırken ve bunun sonucunda İstanbul Boğazı trafiğindeki gemi geçiş sayıları giderek düşerken, ne diye ille de kanal isteniyor? Üstelik deprem bilimcilerin ısrarla üzerinde durduklarına göre kanalın inşa edileceği bölge fay hattı üzerinde… Gene mi bir kişi çıkıp da Erdoğan’a doğruları söyleyemiyor?

Anlaşılan O ki Devlette Karar Alma Mekanizmasında Sorun Var

Ak Parti iktidarı öncesinde devlette önemli kararlar “ortak akıl” ile alınırdı. Özellikle güvenlik politikası ağırlıklı bazı kararlarda karar vericiler için rapor/etüdler hazırlayarak yer almış olduğum için bu ortak akılla ilgili şunları açıklayabilirim:

Dış politika ve güvenlik politikaları konularında Milli Güvenlik Kurulu, Meclis, MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve özellikle de Genelkurmay’ın görüşleri alınırdı. Bu görüşler ayaküstü ve konuşmalarla değil, ayrıntılı etüdler sonucunda hazırlanır, daha sonra da sunumlarla birlikte üzerinde konuşulurdu. Ancak devlet yöneticilerince “Jakoben” tabir edilen Türk Silahlı Kuvvetlerinin komutan ve istikbal vaat eden subaylarının başına örülen FETÖ kumpas davaları sırasında bu görüşler alınmadığı gibi, daha sonrasında da alınmadığı anlaşılmaktadır.

Dış politikanın esaslarını yöneten Dışişleri Bakanlığı’nda da öne çıkan kıdemli, tecrübeli ve öngörü sahibi büyükelçiler hangi ülkenin başkentinde olurlarsa olsunlar, gizli gizlilik dereceli kapalı çevrim üzerinden mesajlaşarak görüşlerini birbirlerine aktarırlardı.

Keza müsteşarlıkların var olduğu dönemde, atanan dışişleri bakanının dış politikadaki eksiklikleri dikkate alınarak, bakanlığa ilaveten devletin diğer kurumlarından alınan görüşler çerçevesinde hazırlanan karara esas hususlar bakana arz edilirdi. Hemen hemen hiç bir bakan, müsteşarının “Evet” demediği bir konu hilafına karar almazdı.

Ak Parti iktidarında özellikle Ahmet Davutoğlu etkisiyle “Danışmanlar” furyası başladı. Devlet kurumlarında rektör, rektör yardımcısı ve dekanlık gibi idari görevlerde bile bulunsa, eğitim/öğretimle ilgili alanların dışında hiçbir “karar” sürecine katılmamış olan “uluslararası ilişkiler” veya “siyaset bilimi/kamu yönetim” uzmanları devletin en önemli yerlerinde danışman olarak görevlendirilmeye başlandılar. Oysa daha önceleri de bu kişilerden 38.c üzerinden kısmi görevlendirmeler yapılır ancak, çok önemli konuların karar aşamalarına sokulmazlardı.

Sonuç

Uzun yıllar önce izlemiş olduğum Japon yapımı “Cengiz Han” dizisinde, tüm dünyaya diz çöktüren Cengiz Han kurultayı topluyor, isteyen herkese söz veriyor, aykırı bile konuşsalar ceza vermiyor, tüm konuşmaları dinledikten sonra kararını veriyordu… İşte “demokratik” Türkiye’de eksik olan bu! Tarihin en gaddar cengaveri Cengiz Han’ın kurultayında her kes konuşabilirken, Türkiye’de devlet yöneticilerinin ve siyasi partilerin genel başkanları karşısında “Bu yapılacak şeyin şu şu sakıncaları var, bunu uygulamak yerine şu seçeneği uygulamak daha uygundur!” diyebilecek kişiler kalmamış.

Bu eksiklikler en önemli üç alanda (ekonomi, güvenlik politikaları ve adalet) daha belirgin olarak hissedildi. Anlaşılan o ki, kerameti kendinden menkul “uzman” başdanışmanlar ve danışmanların seçimlerinde liyakata değil “sadakata” dikkate diliyor. Ya da bu kişiler karar vericilerin hışmına uğramamak için, kötü gidişatı görseler bile kulaklarının üstüne yatıyorlar. Ne yazık ki her ikisi de çok acı! Her iki seçenek de “Milletime ve devletime karşı sorumluluklarım, siyasi partimden ve her türlü çıkarımdan önde gelir!” sözüne son derece aykırı.

Dış politikada başarı; kişisel ilişkiler, popülist söylemler, sadece verilen sözlerle değil, imzalanan antlaşmalarla mümkün olabilir. Ne yazık ki son dönemlerde bu özellik unutulmuş gibi.

Ak Parti iktidarı ve takip edecek iktidarlar keşke bir demokratik hukuk devletindeki karar alma süreçlerinin nasıl işlediğini araştırıverseler. Çok da zor olmayıp büyükelçiler vasıtasıyla hemen öğrenilir. Aksi halde yukarıda bir kısmı özetlendiği gibi Türkiye; milli güvenlik, dış politika ve ekonomi alanlarında çaresizleri oynamaya, vatandaşlarını daha da yoksullaştırmaya ve yoksunlaştırmaya devam eder…

  1. Mustafa Ersöz dedi ki:

    Değerli hocam, iktidar sizin yazınızda belirttiğiniz aksaklıkları gidermeye çalışsa başarılı olur.

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Mustafa Bey, başarılı olursa bizler de eleştirmez, alkışlardık… Ama güç zehirlenmesi aşılamıyor anlaşılan…

  2. Hakan ERŞAHİN dedi ki:

    “Üstte mavi gök çökmedi” ancak “altta yağız yer” arka arkaya delindi, “töre bozuldu”… Her şeyden önce ‘İli’ni düşünenler özüne dönüp töreye uymadıkça, nefisler geçici aleme ram olup, iradeler mankurtlaştıkça, “daha daha” diyenler ‘il’dekilere yamanıp yer tuttukça; söylenen en anlamlı sözler havada, yazılan en doğru sözler suda kaybolup gidiyor…

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Aynen yazdığınız gibi Hakan Bey…

  3. Mustafa KÖK dedi ki:

    Tebrikler Yavuz hocam,
    Mevcut iktidarın değil büyün bir Devletin, son yıllarda bütün çıplaklığı ile ortaya çıkan HAZÎN fotoğrafını büyük ölçüde çekmiş ve gözler önüne sergilemişsiniz. Ama en kötüsü, işbaşında bütün bunlara kulak asacak sorumluların kalıp kalmadığı şüphesi…. Allah sonumuzu hayretsin!…

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Mustafa Hocam, Namık Kemal’in dediği gibi elbet çıkar bir (birkaç daha uygun) bahtı kara maderini…

  4. Osman Ersöz dedi ki:

    Sayın Cumhurbaşkanı ekonomi kitabını yazarken paranın satın alma gücünün korunması maddesini unutmuş herhalde., bunun yanında diş politikaya da baktığımızda ülkemizin Türk dünyasında ve İslam ülkelerinde saygın olma ilkeleri unutulmuş gözükmektedir. Bu durum göz önüne alınırsa hırıstiyan dünyasından saygı beklemek hayal olur düşüncesindeyim.

  5. Atahan Çukurova dedi ki:

    Çok yerinde ve zamanında ve çok gerçekçi bir değerlendirme olmuş(malesef)

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Keşke elestirecegimiz değil, alkislayacagimiz gelismeler olsaydı…

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.