celalettin yavuz 800-563 yeni

Prof. Dr. Celalettin Yavuz, Güvenlik Politikaları Uzmanı – 29 Mart 2025

 

Çok değer verdiğim bir aile büyüğüm, Türkiye’deki kutuplaştırıcı siyaset dilinden duyduğum rahatsızlığı dile getirdiğimde, “Eee, gelişmiş toplumlar birleştirilerek, geri kalmış toplumlar ise ayrıştırılarak yönetilir!” dedi. Bu söz üzerine siyasi partilerin genel başkanlarının kutuplaştırıcı ve ötekileştirici dilinin sebebi aziz milletimizi “geri kalmış toplum” olarak değerlendirmesi imiş.

İşte her hangi bir devlet adamı ve siyasi parti genel başkanı ile gerçek devlet adamı arasındaki fark burada: Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü, son derece birleştirici iken, Ak Parti iktidarı döneminde sıkça duyulmuş olan “Türkiye bir mozaiktir!” sözü de o kadar ayrıştırıcıdır.

İmamoğlu depreminin olumsuzlukları ne yazık ki devam ediyor. Üstelik toplum da ayrıştırılarak… Her ne kadar “iç siyaset” konularına girmemeye çalışsam da, iç istikrar, ekonomiye indirilen darbe ve toplumdaki şiddetli ayrışma güvenlik politikalarını yakından ilgilendirdiği için bu konuya devam edilecektir.

MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin “Hiç Kimse Vazgeçilmez Değildir!” Sözü Üzerine

MHP Genel Başkanı Bahçeli nekahet dönemini geçirdiği sırada da sağlığı ile ilgili pek çok spekülasyona rağmen gündeme dair açıklamalarını sürdürüyor. Bu arada bazı kendini bilmezlerin Bahçeli’nin sağlık durumuyla ilgili akıl almaz yorumları da Kabul edilebilir değildir. Kişinin düşüncelerini, siyasetini beğenmeyebilir ve eleştirebilirsiniz. Ancak sağlığı konusunda ipe sapa gelmez komplolar veya temenniler, yorumu yapanların çirkinliği ve zavallılığının işaretidir.

Bahçeli, İmamoğlu’nun diplomasının İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından iptali üzerine cumhurbaşkanlığı adaylığı riske girince “Hiç bir kimse vazgeçilmez değildir!” dedi. Bu sözün altına sağduyu sahibi her insan imzasını atar. Ancak burada asıl önemli ve sihirli sözcükler “hiç kimse”dir. Bu söze göre sadece İmamoğlu vazgeçilmez değildir. İmamoğlu gibi her makam ve koltuk sahibi devlet erkanı, bakanlar, Meclis Başkanı, milletvekilleri, siyasi parti genel başkanları da ve hatta 22 yıldır başbakan ve cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi yöneten Cumhurbaşkanı Erdoğan da vaz geçilmez değildir.

Madem hiç bir kimse vazgeçilmez ise, Erdoğan’ın bir dönem daha cumhurbaşkanı olması için Anayasa değişikliği teklifinin yapılmasını da anlayabilmek mümkün değildir.

Demokrasi, hazmı oldukça güç bir yemeğe benzer. Kolaylıkla hazmedilebilen bir rejim değildir. Yaşadıkça ve bu hazımsızlıklara alıştıkça yerleşmektedir. Demokrasi alanında emeklemiyorsak da, koştuğumuz da söylenemez. Bu sebepledir ki demokrasinin hazmedilemediği ülkelerde seçimle kazandıktan sonra “hazımsızlık” başlamaktadır. Dünyada birçok örneği vardır. Özellikle Latin Amerika’daki bazı ülkelerde seçimle gelen devlet yöneticileri kendilerini “vaz geçilmez” sayarak, hayatı boyunca yönetici kalmak istemişler, bunun sonucu eş, dost, hatır, gönül ve akçeli işler devreye girmiş ve sonunda darbelerle ülke girdabın içerisine girmiştir. Yani günü geldiğinde ne kendisini “vazgeçilmez” zannedenler, ne de ülke hayırlı bir sona ulaşamamıştır.

Yakın çevremizden Mısır’da Hüsnü Mübarek seçimle cumhurbaşkanı olmuş, daha sonra sürekli “seçilerek” 32 yıl gibi “krallardan bile daha uzun bir süre” cumhurbaşkanlığı yaparken “Arap Baharı” ile devrilmiş, akçeli işleri gözler önüne serilmiştir.

Bu örnekleri Tunus’taki Arap Baharı’nda ülkesinden kaçan Zeynel Abidin’de, Suriye’den kaçan Beşşar Esad’da da gördük.

Öte yandan devlet başkanlığını ömrünün sonuna kadar yapacak iken ve hatta bu kendisine teklif edildiği halde kabul etmeyenler de vardır. ABD’yi İngiliz sömürgesinden kurtaran, kurucu devlet başkanı George Washington, 4’er yıldan iki dönemlik başkanlık görevinin yeterli olduğunu, “kan değişimi” ile ülkenin daha iyi yönetileceğini söylemiş ve bunu Amerikan anayasasına yazdırmıştır.

Aslında bu kan değişikliği kısmını Erdoğan da Ak Parti içerisinde uygulamaya çalışmıştı. Hatırlanacağı üzere milletvekilliğini üç dönemle sınırlamıştı. Ancak sıra kendisine geldiğinde bu kural bir tarafa bırakıldı. Demek ki her kes G. Washington gibi olamıyor, kendisini “vazgeçilmez” olarak görebiliyormuş…

İmamoğlu Olayının Türkiye’ye ve Milletimize Verdiği Hasarlar

Konuyla ilgili daha önceki analizlerde ekonomiye, özellikle de ücretli ve emeklilere getireceği yükten söz etmiştik. Ülke ekonomisine getirdiği yük devletin ekonomi yönetimi tarafından da açıklanmaya başlandı.

Merkez Bankası Başkanı Karahan’ın açıklamalarına göre “19 Mart Depreminde” (muhalefet 19 Mart Darbesi de diyor) döviz kurunda %3, ülke risk priminde (cds) 71 baz puan, 10 yıl vadeli gösterge tahvil faiz oranında 4,5 puan ve bir ay vadeli kur oynaklığında 15 puana ulaşan artışlar” olmuş. Bu arada 19, 20, 21 Mart günleri Merkez Bankası, son iki yıldır eksiden artıya geçirmek için büyük bir ihtimamla biriktirdiği döviz rezervinden 28 milyar dolar satmak mecburiyetinde kalmış. Borsadan karını alıp kaçan yabancılar da ayrı bir olay…

İlginizi çekebilir!  Artık Söz Suriyelilerin! - Haydar As

Ekonomi ve Maliye Bakanı Şimşek, piyasaları yatıştırmak için canla başla uğraşıyor. Önce Türk işadamlarıyla toplantı yaptı, ardından da yabancı işadamlarıyla benzer faaliyetlerini sürdürdü. İki yıldır sürdürülen çabalara rağmen henüz yabancı yatırımcı, yurt dışında kredibilitesi son derece yüksek olduğu söylenen Şimşek’e rağmen Türkiye’ye gelmemişken, belki tam da gelmeye hazır iken bu olay patlak Verdi. Şimdi siz onların yerinde olsanız bu Türkiye’de uzun vadeli yatırım yapar mısınız?

Özetle Türk ekonomisi büyük hasar aldı. Hem de ekonomi yönetiminin belki de tam da rahatlayabileceği bir esnada…

İkinci büyük hasarı dar gelirliler ve dar gelirli hale düşürülen “orta direk” yiyecek. Ekim 2021’de yürürlüğe konulan “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur!” şeklindeki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ekonomi politikası” sonucunda ücretliler ve emekliler daha önce olmadığı kadar yoksullaştırılmıştı. Şimşek yönetimindeki ekonomi heyeti de “vur abalıya!” diyerek, ekonomiyi düzeltmede gene ücretlilere ve emeklilere yüklendi.

İmamoğlu olayı ile Türk ekonomisinin 70-75 milyar dolar civarında bir kaybı olduğu, bunun daha da artabileceği ekonomistlerce ileri sürülmektedir.

Bunu daha iyi anlayabilmek için biraz irdeleyelim: Milletçe gurur duyduğumuz Türk Savunma Sanayii’nin 2024 yılı “ihracat” geliri sadece 6 milyar dolar civarındadır. Karı ise çok daha azdır. Savunma sanayiinin ihracatının 12 katından fazla bir ekonomik kayıp yaşanmıştır. Buradan bile Türkiye’nin ekonomik kaybının ne kadar ciddi olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Bu kayıpların telafisi de büyük bir ihtimalle ücretli ve emeklilere yüklenecektir. Yani “atlar tepişti, otlar eziliyor!”

Bu yükten cüzdanı ve banka hesapları köpürtülenler zarar görmediler. Geçen yıl Türkiye’nin ithalatı %5 düşerken, tüketim malları ithalatı %14,3 artışla ilk kez 50 milyar dolar barajını aşarak 54 milyar 476 milyon dolara ulaştı. Döviz baskılandığı ve TL karşısında ucuz kaldığı için ithalat cazip hale getirildi. Oldukça cazip hale gelen ithalatta ise dar gelirlilerin aklına bile gelmeyen “lüks tüketim malları”nda büyük bir artış yaşandı.

İmamoğlu olayı Türkiye’nin dış politikasını da olumsuz etkiledi. Her şeyden önce içerdeki bu müthiş kutuplaşma, siyasetteki ve ekonomideki kırılganlık, yakın çevremizde yeni kurulacak siyasi düzenlemelerde Türkiye’nin elini oldukça zayıflattı. İmamoğlu depremi sırasında Dışişleri Bakanı Fidan, ABD’li mevkidaşı Rubio ile görüşürken ne kadar “güçlü” olabilmiştir sizce? Basına açıklanmayan konuşmalarında Fidan’ın Suriye ve İsrail konusundaki çıkışları üzerine Rubio, “Ülkenizdeki çalkantıya bakılırsa, bu konularda fazla ısrarcı olmanız anlaşılır gibi değildir!” demiş olamaz mı? Demişse, Fidan hangi ikna edici cevabı verebilirdi?

Devletin dış politikasını destekleyen en büyük etkenler ekonomi/teknoloji-içerdeki birlik beraberlik ve askeri gücüdür.

Milletimize ve Devletimize Karşı Sorumluluklarımız Siyasi Düşüncelerimizin Üzerinde Olmalıdır

İmamoğlu olayında görüldü ki; iktidar ve ana muhalefet millete ve devlete karşı sorumluluklarını kendi siyasi düşüncelerinden geride tuttular. Buna ait örnekler kısaca şöyledir:

İktidar cephesine bakıldığında, şayet diplomasının iptali sonunda İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olamayacak ise, neden bu olay daha önce ortaya çıkarılmamıştır?

İmamoğlu için CHP’nin aday yoklaması yapılacağı gün “yolsuzluk” ve “terör” sebebiyle göz altına alınması, belki de olayın tırmanmasının en can alıcı noktasıydı. Hele de terörle suçlandığı öğrenildikten sonra iktidar yanlısı medyanın İmamoğlu’nu linç etmeleri, masuniyet karinesinin tahrip ve yerle bir olması yanında, tipik bir adli yargıya müdahale özelliği taşımaktadır. Üstelik bunları yapanların sayısı da fazla olmayıp, her konuda “otorite” olan ve kanal kanal gezen kişiler arasından rahatlıkla tespit edilebilir.

Madem ki diploma sebebiyle cumhurbaşkanı adayı olması yasal olarak mümkün olamayacaktı, o halde “kaçma şüphesi var” denilerek, sokaktaki herhangi bir insanın bile inanamayacağı bir bahaneyle İmamoğlu neden tutuklandı? Nereye kaçsa “tanınırlığı” sebebiyle zaten bulunurdu. İmamoğlu tutuklanınca muhalefet medyasında kahramanlaştırıldı, yıpranan iktidara karşılık daha enerjik ana muhalefetin tarafsız insanları iknası daha kolay oldu. Bunun sonucunda bir cümle ile tahrik olan insanlar sokaklara ve meydanlara döküldü.

CHP kanadındaki anlaşılamayan yanlışlık da şöyledir: Bir cumhurbaşkanı adayının düzmece olduğu anlaşılan bir şekilde ve Kıbrıs’tan yatay geçiş yaptığı üniversite adında da tahrifat yaparak, bir cumhurbaşkanı adayına yakışmayacak bir olaya sanki “normalmiş” gibi değinmeyip, olayı sadece “siyasi darbe” diye nitelendirip Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yüklendi. Bu hareket geçmişte merhum Turgut Özal’ın “Anayasa, bir kere delmekle bir şey olmaz!” sözünü hatırlattı.

Bir cumhurbaşkanı adayının bu tahrifatı sağduyu sahibi bir CHP’lilerce gerçekten normal mi karşılanmaktadır? Belki de “diploma sahtekarlıklarını yapan sadece İmamoğlu değil!” diyeceklerdir. Ancak, bu tür sahte işleme tevessül edenler demokrasileri gelişmiş hiç bir ülkede devleti temsil noktasına yeltenmez ve getirilmez. Başkası da yaptı denilerek kötü örnekten “örnek” gösterilemez.

İlginizi çekebilir!  Trump’ın Yeni Dış Politika Stratejisi Türkiye ve Rusya’yı Vazgeçilmez Kılacaktır – Bercan Tutar

İktidarın bu krizi başından itibaren yüzüne gözüne bulaştırarak yönetememe beceriksizliği yanında ana muhalefetin anlamsız bir şekilde halkı sokağa yönlendirmesi ne yazık ki ülke ekonomisine büyük bir darbe vurdu. Yani ekonomiye vurulan darbede, ağırlık iktidarda olmak üzere iki tarafın da taksiratı var. Üstelik sokağa çıkan çoğu ücretli, emekli ve bursa mahkum üniversite öğrencileri de bu durumdan kaybedecekler arasında…

Türkiye’de Kadife Devrimler veya Arap Baharı Gibi İktidar Değişiklikleri Yaşanmamalıdır

Türkiye’de sokak gösterileri ile iktidarı değiştirmek isteyenlerin dikkatine: Türkiye, bir Latin Amerika ülkesi değildir.

Türkiye, Karadeniz havzasında “Kadife Devrimler”le iktidar değişiklikleri yapılan ülkelerden  değildir.

Hatta Türkiye, “Arap Baharı” ile darmadağın olan ülkelerden biri de değildir.

Bu şekilde iktidar değişikliğine uğrayan ülkelerden Ukrayna ve Suriye son örnektir. En düzgün gerçekleşeni Ermenistan gibi görünse de, onlar da Azerbaycan ve Türk dünyasının şansına Dağlık-Karabağ’ı kaybetmişlerdir.

Bu örnekler yakın çevremizde gerçekleşmişken insanları sokağa yönlendirmenin hiç bir mantıki ve rasyonel sonucu olamaz. Yani sandıkla gelen sandıkla gitmelidir!

Tabii sandıkla gelenlerin de sandığa ve seçmene saygı göstermesi de esastır. Erdoğan’a son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda millet “ihtar”da bulundu. Ancak bu sonuçtan ders çıkartmak yerine ekonomiyi düzeltme işleminde devlette tasarruf yapılmaz iken, ücretli ve emeklinin maaşlarına göz dikildi. Üstelik dolaylı vergilerle de bu yüklenme işlemi katmerlendi.

Sokaklar veya Tarafsızlığı Konusunda Endişeler Olan Yargı Değil, Sağduyu Esas Alınmalı

Yaşanan bu İmamoğlu türbülansı, ekonomiye az da olsa yeni bir yük bindiren bayram tatilindeki uzatma ile belki biraz daha yatışabilir. Ancak bu yeterli olmaz.

Burada milletini ve ülkesini seven siyasi parti liderlerine bir kez daha seslenmekte yarar var: Lütfen konuşmalarınızda ve basin açıklamalarınızda karşı tarafı suçlayan dil değil, ortalığı yatıştırıcı dil kullanınız.

İnsanların sokağa dökülmesi olayında ille de bir “dış tehdit” aranmasın. Milletin birlik ve beraberliğine en büyük darbenin siyasi parti liderlerinin ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı dilinden geldiği görülsün artık. İnsanlar bu şekilde sokağa dökülürse, o zaman provokatörler de devreye girer. Bu provokatörlerle mücadele çok önemli olmakla birlikte, esas olan provokatörlerin ortaya çıkmasını önleyecek “uzlaşmacı” demokratik hukuk devleti ortamı yaratmaktır.

Aynı husus ağırlıklı olarak iktidar medyasında kanal kanal gezen ve her konuda otorite gibi ahkam kesen “uzmanlar” için de geçerlidir. Cumhurbaşkanına veya iktidara yaranmak maksadıyla ortalığı germeyin artık!

RTÜK vasıtasıyla ve yargı vasıtasıyla bir kısmı daha rahat susturulabilen muhalefete gelince; her ağzını açanın Erdoğan’ı hedef almasını bırakın. Bunun yerine iktidarın özellikle ekonomi alanındaki yanlışlarını paylaşın. Varsa kendi belediyelerinizin yönetimlerindeki örnek hareketleri ortaya koyun!

Sonuç

Bu son konuda milletimizin ve devletimizin aldığı hasardan son derece müteessir olan, ne yazık ki son yıllarda “taraf olmayan bertaraf olur” şeklindeki ayrıştırıcı söze rağmen olaylara objektif yaklaşmaya çalışan sağduyu sahibi biri olarak, artık karşı tarafı suçlayan “çatal dil” kullanılmamasını diliyoruz.

Ayrıştırılarak yönetilen geri kalmış toplum olarak kalmak istemiyoruz. Birleştirilerek yönetilecek gelişmiş toplumlardan bir olmak istiyoruz. Çünkü bunu hak ediyoruz. Bunun ilk adımı da siyasi liderlerin ötekileştiren değil, uzlaştıran dil kullanmalarıdır.

Cumhuriyetimizin ve milletimizin bu tür olaylarla hemen kırılganlık yaşamasını arzu etmiyoruz. Çünkü “Lider ülke” bu kadar kırılgan olamaz. Tabii ki Türkiye’nin mali sıkıntısının yabancı ekonomi ve finans çevrelerine şikayet edileceği sözünü de en şiddetli şekilde kınıyoruz.

Muhalefetin bir Tv kanalını kapatan RTÜK’e de bir çağrı: Tv kanallarında son yıllarda sayısı oldukça artan “kimin eli kimin cebinde belli olmayan” dizilere de bir şeyler yapın. Zira Türk toplumu bu kadar bozulmadı, bozulması için de giderek çoğalan kötü örnekleri önleyin!

Aziz milletimiz ve kurucu Devlet Başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “ilelebet payidar kalacağını” söylediği devletimizin bekası ve milletimizin hala ulaşamadığı refahı her türlü iktidar heveslerinin önündedir.

Hiçbir kişi vazgeçilmez değildir. Bu söz sadece İmamoğlu için değil, Türkiye’ye yön vermeye çalışan her kes için geçerlidir!

Not: Okurlarıma sağlık ve huzur içerisinde bir Ramazan Bayramı ile bundan sonra daha dengeli bir siyasi ve ekonomik ortamda yaşamalarını dilerim.

  1. Ahmet Cunedioğlu dedi ki:

    Yüreğinize ve kaleminize sağlık. Harika tespitler. Gelişmiş toplumlar gibi yönetilmek istiyoruz. birleştirici bir sistemi tercih ederiz .
    ayrıştırıcı geri kalmış toplumlardan hızla uzaklaşmalıyız.

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Ahmet Bey, sağduyuya verdiğiniz destek için teşekkür ederim. Lütfen paylasiniz. Hayırlı bayramlar…

  2. Fevzi Yavuz dedi ki:

    İnşallah, yöneticiler, sağduyunun bilincine varırlar.

  3. Veysel Daldaban dedi ki:

    Ey,sayın prof.dr.Celalettin Yavuz ve yorumcular,
    Öyle bir yazı ve yorumlar olmuş ki; plajda,şezlonguma uzanmış,Platonun DEVLET kitabını okuyorum duygusuna kapıldım.
    Buraya,birkaç soru bırakayım:
    Siz hiç,-emir komuta merkezim papaz ya da imam elbisesi giy dese,giyer vazifemi yaparım-diyen bir ülke duydunuz mu?
    Siz hiç; kendi halkının çıkarına olmayan bir yabancı devlet projesinin eş başkanı olmaktan gurur duyan bir devlet başkanı(veya başbakan) duydunuz mu?
    Siz hiç, yukardaki iki olayı sorgulamayacak bir ülke muhalefeti biliyor musunuz?
    Siz hiç,ABD beni cum başkanı yapacak diye,sevinç içinde uçarak iktidar partisinin başkanı peşinde kışan muhalefet duydunuz mu?(Deniz Baykalın yaptığı,bu idi!)
    Başka sorum ve yorumum,yoktur!..
    Okuyan ve üzerinde düşünenlere ,saygı ve teşekkürlerimle…

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Veysel Bey, yazıma duyduğunuz ilgi ve yorumunuz için teşekkür ederim. Hayatımın büyük bir kısmı emir komuta içerisinde TSK’da geçti. 21 yıldır emekliyim. Ne yazık ki emekli olduktan sonra gördüm ki, sivil hayatta TSK içerisindeki kadar bile demokrasi yok. Bunları da deniz kenarındaki sezlongtan değil, Ankara’daki evimin koltuğundan yazıyorum. Ne yapmalıyız, iktidarin projelerine karşı halkin refahi ve devletin yararina olacak daha etkili projelerle mi geleceğiz, yoksa protestolarla vakit mi öldüreceğiz? Yazılarımda iki taraftan da mutlu olmadığımı, yapılan yanlışları ve yapılması gerekenlerden söz efdiyorum. Not: Eflatun (Platon), demokrasi karşıtı idi. Ona göre devleti kendisi gibi entellektüel birikimi olan “seckinler” yonetmeliydi… İyi bayramlar.

  4. Ömer Kavlak dedi ki:

    Sayın Hocam yazılarını takip ediyor ve zevkle okuyorum, elinize, yüreğine sağlık,çok teşekkür ederim.

    1. Celalettin Yavuz dedi ki:

      Omer Bey, yazılarıma olan ilginiz ve iltifatiniz için teşekkür ederim. En azından begendiklerinizi sosyal medya kaynaklarinizla paylaşırsanız memnun olurum. Saglik ve huzur içerisinde nice güzel bayramlar dileğiyle….

  5. A. Yasar YÜCEOKUR dedi ki:

    YAVUZ Bey, YAZILARINIZI OKUYORUM. Problemleri acik acik MASANIN ÜSTÜNE KOYUYORSUNUZ. IYI GÜZEL. BU Problemlerin tabii cözümü var ve vardir. Politikadan uzak olara Problere CÖZÜM de vardir.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.