celalettin yavuz 800-563 yeni

Prof. Dr. Celalettin Yavuz Güvenlik Politikaları Uzmanı, 14 Mart 2025

 

10 Mart 2024’te Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı es-Şara ile ABD’nin desteklediği Suriye Demokratik Güçleri (SDE)’nin sözde komutanı, aynı zamanda PKK terör örgütünün Suriye uzantısının elebaşısı Mazlum Abdi (Kobani) arasında bir “anlaşma” imzalandı. Anlaşmaların devletler arasında olduğu hatırlanırsa buna Suriye’nin iç dinamiklerini düzenlemeye yönelik bir “mutabakat metni” demek daha doğru olabilir.

Konu Türkiye’de değişik şekillerde değerlendirildi. Bir kesim, “Suriye’de Kürt devleti kuruldu. Geçmiş olsun Türkiye!” diye değerlendirdi. Bir kesim “Bu bir zaferdir. Türkiye ve Şam yönetiminin istediği oldu. Suriye’de işler rayında!” diyerek köpürttü. Bir diğer kesim ise “Uygulamalara bakacağız. İçinde bir hile veya zaman kazanma olabilir mi? PYD’nin elindeki silahlar ne olacak?” şeklinde temkinli iyimserlikle yaklaştı. Bu üç grubun tezleri üzerinden mevcut gelişme analiz edilmeye çalışıldı.

Bilindiği üzere Türkiye, yeni Suriye’de en başından itibaren iki hususa ağırlık veriyor. Biri Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması, diğeri ülkeye dışarıdan gelen PKK militanlarının terk etmesi veya silah bırakması. Bu arada sığınmacılar gibi diğer hususlar da var ancak, burada ilk iki madde üzerinde durulacaktır.

I. Grup: Şara – Abdi Anlaşmasına Kötümser Yaklaşanların Değerlendirmeleri Üzerine

Bu gruba göre anlaşma veya mutabakat metni, kesin ifadelerden yoksundur. Zaten maddelerin anlam eksikliği, bazılarının ucu açık olduğunu gösteriyor. Özellikle “entegrasyon” sözüne çok takılanlar var. Yani neden diğer silahlı gruplar gibi doğrudan bağlanmadığı sorgulanıyor.

Burada bir diğer husus da Mazlum Abdi’nin ABD helikopterleriyle eskortlu olarak nakledilmesi. Yani işin içinde ABD var. İşte özellikle bu iki husus üzerine “Bu bir Siyonist – CIA oyunudur!” diye feryat edenler var. Aslında CIA yerine Ortadoğu’daki CENTCOM (yani ABD Savunma Bakanlığı Pentagon)’un olduğu bir gerçek. Muhtemeldir ki metinde geçen 8 madde CENTCOM tarafından her iki tarafa da dikte edilmiş.

İşin içinde ABD olunca, bu işin bu kadar kolayca kotarılması, “yoğurdu üfleyerek yiyenler” tarafından kuşku ile karşılanıyor. Buraya kadar normal. Ancak bu metin üzerinde Türkiye’nin dahlinin olmadığını da söyleyebilmek mümkün değil.

Aslında metin yeni de değilmiş. 20 Şubat’tan beri üzerinde müzakereler sürdürülmüş. Ancak imzalama faslı, 6-9 Mart 2025 tarihlerinde Lazkiye-Tartus merkezli bölgelerde “Esad kalıntılarının provokasyonu” denilerek Alevi-Nusayri katline kadar varan gelişmelerin hemen geldi. Bu nokta, “komplo teorisi”ni ileri sürenlere hak verdirmiyor değil. Zira olaylar üzerine ABD ve Rusya BM Güvenlik Konseyi’ni konu üzerine acil toplantıya çağırdı, ardından da imza geldi. Yani Suriye’de yeni rejimin ciddi bir kırılganlığının test edilmesinden sonra…

Esad döneminde uygulanmaya başlanan ve adeta Suriye’nin canına okuyan ABD ve AB ülkelerinin yaptırımlarından kurtarılması hayati önemi haizdir. Şam yönetiminin iç güvenlik harekatında tecrübesiz ve adeta başıbozuk güçlerinin yanlışları, şayet imza işi gerçekleşmezse Şam yönetiminin çok istediği “yaptırımların kaldırılması”nı en azından geciktirebilirdi. Bir bakıma Şara “Denize düşerken yılana sarılmış!” gibi oldu denebilir.

II. Grup: Şara – Abdi Anlaşmasına ‘Zafer’ Olarak Yaklaşanlar Üzerine

Suriye’de Esad’ın devrilmesini adeta bir fetih gibi görerek köpürten ve bu son anlaşmayı da büyük bir başarı olarak değerlendirip, Tv kanallarında menkıbeler yazanlar var. Şu konuda haksız sayılmazlar: Lazkiye-Tartus olayları sebebiyle uluslararası alanda oldukça sıkışan, ABD-Rusya ikilisinin BM Güvenlik Konseyi’nden ülke aleyhine çıkartılabilecek kararla yeni yaptırımlara uğrama riski büyümüşken, bu anlaşma Şara yönetimine can suyu gibi gelmiştir. Ancak bu bir “başarı” değil, olsa olsa elini rahatlatan bir gelişmedir.

Anlaşmaya oldukça iyimser bakan bu gruba göre SDG (ve YPG), tıpkı enerji kaynakları gibi silahlarını da merkezi hükümete teslim edecekti. Hatta bu anlaşmayı kabul etmeseler Türkiye’nin tetikte bekleyen silahlı kuvvetleri tarafından bir saldırıya uğrayacaklardı. “Korktukları” için sanki teslim olmuşlardı.

İlginizi çekebilir!  MİT'ten Kamışlı'da operasyon: Liman Suwyeş etkisiz!

III. Grup: Anlaşmaya Temkinli ve İhtiyatla Yaklaşanlar Üzerine

Başlangıçta işin içinde ABD’nin olup olmadığı bilinmiyordu. Bu sebeple Trump yönetiminin askerlerini çekeceği için SDG’yi “satabileceği” düşünülse de, işin içinde ABD olunca, imzanın arkasında neler olabileceği sorgulandı.

İyi yanı, şayet bu anlaşma imzalanmamış olsa, ABD’nin himayesindeki ve askerleriyle birlikte olan YPG’ye karşı bir askeri harekatın siyasi ve ekonomik sonuçları çok ağır olabilirdi. Bu gelişmeyle, Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir kırılmanın şimdilik de olsa yaşanmayacak olmasıyla muhtemel bir Amerikan yaptırımının önüne geçilmiş olunacaktı.

Ancak işin içinde hile ve zaman kazanma olabilir miydi? Hele de SDG’nin elindeki silahlar ne olacaktı? Ucu açık ve net olmayan anlaşma metinlerine göre PYD’ye bir özerklik verilecek miydi? YPG bünyesinde bulunan ve , Suriye dışından gelmiş olan PKK’lı teröristler ülkeyi terk edecek miydi? Bu husus Türkiye’nin “kırmızı çizgileri” arasındaydı.

Yukarıda özetlenen üç gruptan ilkine, ikinci grubun yalıştırması “felaket tellalları” olurken, ilk grubun ikinci gruba yakıştırması da “iktidar yalakası ve yağdanlığı” benzeriydi.

İçinde yer aldığım üçüncü grup ise her ikisi tarafından “devletçi” ve “statükocu” olarak yaftalanmaktaydı!

SDG (YPG) Sözde Komutanı Mazlum Abdi’nin Suudi Arabistan Medyasına Röportajı

Anlaşmadan iki gün sonra Suudi Arabistan’ın “Al Majalla” gazetesinde yayınlanan söyleşide Mazlum Abdi, en azından anlaşmanın kendileri açısından beklentilerine açıklık getiren açıklamalarda bulundu. Anlaşıldığı kadarıyla ABD, her iki tarafa da “uzlaşın” diyerek bir bakıma anlaşmayı dikte etmiş.

“Rojova” oluşumunun ortaya çıkış sebebini Arap Baharı’ndan sonraki gelişmelere bağlayan ve artık o dönemdeki şartlar ortadan kalktığı için Suriye’deki yeni duruma kesinlikle uyum sağlayacaklarını ifade eden Mazlum Abdi’nin röportajında dikkat çeken hususlar satır başlarıyla şöyledir:

– Esad döneminde vatandaşlık ve ana dil gibi temel haklarından bile  mahrum kalan Suriyeli Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarının anayasa ile güvence altına alınması.

– Baas yönetimi döneminde tüm yetkilerin adeta “tekelleştirildiği” uygulama yerine, merkezi yetkilerin bazı bölgelerle paylaşılmasından yana. Açık olmasa da kast ettiği “federal” bir yapı ya da özerklik olması kuvvetle muhtemel. Hatta bu konuların “Ulusal Diyalog Konferansı” ile anayasanın hazırlanması sırasında ele alınmasında ısrarcı.

– Ellerinde tuttukları enerji kaynaklarının, kendi bölgeleri de dahil her bölge tarafından adil şekilde dağıtılmasını vurguluyor. Burada da bir “federal” yapıyı ima ediyor gibi.

– SDG bünyesindeki “yabancı savaşçılar”ın sayısının 100’lerle ifade edileceğini, bunların aslında yabancı değil, “Kürt kardeşleri” olduğunu, bölgeye de akrabalarını korumak için geldiklerini ifadeyle, HTŞ bünyesindeki mevcut çok sayıda yabancı savaşçılar sisteme entegre edilirken, bu kişilerin (PKK militanları) dahil edilmemesini çifte standart ve adaletsizlik olarak niteliyor. Buna rağmen “Ateşkes sağlanır sağlanmaz geldikleri yere gideceklerini” ifade ediyor.

– Şam yönetimi savunma bakanlığının bir parçası olmaları gerektiğine inanmakla birlikte, “kullanılan yöntemler ve uygulama” konusunda söz sahibi olmalarını, özellikle kilit konularda görüşlerinin alınmasını ısrarla istiyor. SDG olarak, ordunun yapılandırıldığı temel yola bağlı kalınacağının altını çizerken, temel ilke olarak iki ordu yerine tek bir ordunun gerekli olduğunda mutabık.

Suriye’deki Gelişmeler Hakkında Lehte ve Aleyhte Abartılı Değerlendirmeler Üzerine

Öncelikle Suriye’de bir “milletleşme”nin henüz sağlanamamış olduğu, hatta “devlet” kavramı konusunda bile eksikler olduğu unutulmamalıdır. Daha doğrusu TEPAV düşünce kuruluşu direktörlerinden Emekli Büyükelçi Bozkurt Aran’ın ifadesiyle “Suriye bir Norveç de değildir!”

Lazkiye-Tartus olayları üzerine “Bir anayasanın hazırlanması için 4 yıl gibi çok uzun bir süre biçildi. Oysa en azından ‘Geçici Meclis’le de olsa ‘Geçici bir anayasa’ bir yıl içerisinde yapılabilmelidir!” diye bir Tv kanalına konuşmuştum. Neyse ki 13 Mart 2025’te geçici anayasa Şara’nın imzasına sunulmuş. Bundan sonra çıkarılacak yeni kanunlar ve düzenlemelerle ülkede yazılı “hukuk düzeni” öncelikle kurulmaya çalışılmalıdır. Aksi taktirde provokasyon kırılganlığı sonrası yönetimin başı, kendisini bile götürecek derecede ağrıyabilir.

İlginizi çekebilir!  Suriye Krizi ve Anadolu İrfanı Stratejisi – Cemal Demir

Şam yönetimi üzerindeki tek “hakim” güç Türkiye değildir. Bunu lehte ve aleyhte yorumlayanlar yanılmaktadır. Her ne kadar Türkiye Şam’da “güçlü” bir pozisyonda ise de ABD, Fransa, İsrail ve BM’de “veto” hakkı bulunan, Esad rejiminin en önemli destekçisi Rusya bile etkindir. Tabii ki başta S. Arabistan olmak üzere Körfez Ülkeleri ile Mısır da sıradalar.

Mevcut rejim sebebiyle Türkiye’de iktidarı eleştirenlerin ana gerekçesi, Arap Baharı sırasında Esad rejimiyle yaşanılan yanlışlar sebebiyledir. Haksız da sayılmazlar. Ancak o dönem çok geride kalmıştır. O olaylar sebebiyle kin tutan Esad, bir türlü yeni bir uzlaşmaya yanaşmamış, bu sebeple de ülkesini terk etme mecburiyetinde kalmıştır. Burada şu soru akla gelmektedir: Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri, Arap Baharı sonrası Esad dönemine göre daha mı iyi, daha mı kötüdür? Herhalde kötüdür diyen pek çıkmayacaktır.

Türkiye’nin, Cumhuriyet dönemindeki gibi “Ortadoğu’daki olaylara müdahil olmama” politikasını savunanlar vardır. Atatürk’ten itibaren böyle olmuştur. Haklıdırlar. Ancak günümüzde Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e uzanabilecek bir “terör koridoru”nu önlemek, aynı zamanda sınır güvenliğini sağlamak maksadıyla Suriye’ye ölçülü de olsa girmiştir. Üstelik Suriyeli sığınmacıların geri dönüşleri de unutulmamalıdır. Bu durumda Suriye’de müdahil olmak ve olmamak arasında bir muhasebe yapılması elzemdir. Şayet 72 devletin girdisi olduğu Suriye’ye “Ben karışmam!” denirse, bölgede kurulacak yeni oyunlar ve Türkiye’nin başına örülecek yeni çoraplara razı olmak gerekecektir. Buna karşın Suriye’de bulunmayı “imparatorluğun yeniden tesisi” abartılı ve gibi dostu da düşmanı da ürküten ifadelerden de kaçınılmalıdır.

Şimdi mesele, Suriye’de “federal” bir yapı, ya da PYD/YPG’nin arzuladığı gibi bir özerklik meydana gelirse neler yapılabileceğidir. ABD ve AB’ye rağmen Türkiye bunu önleyebilir mi?

Ya da diyelim ki Suriye’de PYD/YPG’nin özerkliği tescillendi, Türkiye’nin bu oluşuma yaklaşımı düşmanca mı olmalı, iyi ilişkiler mi geliştirmelidir? Yani Irak Kürt Bölgesel Yönetimi gibi bir yapı olursa ne yapılmalıdır?

Bu tür özerk bir yapının denizlerle doğrudan bağlantısı olamayacağı için, kendisini çeviren komşu ülkelere büyük ölçüde bağımlı olacaklardır. Herhangi bir şekilde terör ihracı halinde Türkiye ve diğer komşu ülkelerin yaptırımlarıyla büyük sorunlar yaşayabilirler. Bu oluşuma karşı güç kullanmak da güçlü bir çare gibi görülse de, bu kez ABD, AB ve Siyonist güçlerin tepkileri de dikkate alınmalıdır.

Sonuç

Şara-Abdi mutabakat metni sonucu PYD/YPG, ABD’nin yeni bir desteğiyle Suriye’deki tüm Kürtlerin temsilcisi konumuna yükselmiştir. Konu henüz yeni olup, ne abartılı bir “felaket gelişmesi”, ne de köpürtüldüğü gibi başarılı bir gelişmedir. 8 maddelik anlaşma metnine ve YPG elebaşısı Abdi’nin röportajına bakılırsa, “Kervan yolda düzülür!” hesabı, pazarlıklar en azından bu yılın sonuna kadar devam edecek gibidir.

Yeni Suriye anayasasında “federal” veya özerklik gibi bir yapının varlığı, , Irak’taki gibi “Cumhurbaşkanının Kürtlerden seçilmesi”, ya da Lübnan’daki gibi farklı kesimlerden cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı seçilmesi gibi bir anayasanın hazırlanması mümkünse önlenmeye çalışılmalı, önlenemez ise Türkmen varlığının siyasi ve kültürel hakları da anayasada belirlenmelidir.

Şara-Abdi mutabakat metni gibi Suriye’nin geleceği de net değildir. Türkiye, sınırlardan içeriye girebilecek her türlü sıkıntıya karşı fiziki ve siyasi önlemleri almalı, bir oldu bitti ile karşılaşmamalıdır.

Suriye’nin geleceği yeniden inşa edilecek iken bölgedeki “para” kokusunu alan ilk iki ülke Katar ve BAE oldu. Kuşkusuz ki Türkiye bu ülkeler gibi ille de “biz kazanalım” diye yaklaşmayacaktır. Ancak sadece inşaat sektörünün taşeronluğu ile de yetinilmemelidir. Telekomünikasyon, ulaştırma (kara-hava-demiryolu-liman işletmeleri), bankacılık-sigorta, inşaat ve münhasır ekonomik sahalarda doğalgaz aramaları da dahil enerji sektörüne tek başına ya da bölge ülkeleriyle ortaklıklar halinde girilmelidir. Bu alanda mümkünse Azerbaycan’ın ortaklığı da dikkate alınmalıdır.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.