
Doç. Dr. Kemal OLÇAR – 10 Mart 2025
Dünyanın nasıl bir sisteme geçiş yapacağı 21. yüzyılın en önemli tartışma konularından biri haline gelmiştir. Bu yüzden sistemik seviyede meseleleri anlamak ve ülkelerin tek başlarına mücadele edemeyeceği bu durumun insanlık adına çözümlenmesi zarurettir. Aslında analiz seviyesi olarak birey, toplum, devlet ve sistem (uluslararası) şeklinde başlıca dört seviye bulunmaktadır. Birey düzeyindeki analizler daha çok geniş halk kitlelerinin sıklıkla yaptığı türden değerlendirmeler ve düzeni anlama çalışmalarından ibarettir. Elbette ki bu konuda akademisyenlerin yaptığı biyografik çalışmalar da mevcuttur.
Birey bazlı sorgulamalarda özellikle liderlerin geçmiş yaşamları, inanç sistemleri, ideolojik yaklaşımları, beklentileri gibi hususlar ön plana çıkmaktadır. Toplum düzeyinde ise belirli etnik, dini, mezhepsel, çıkar ve baskı grupları, cemaat, aile, aşiret, klan veya kabile toplulukları gibi aralarında sıkı veya gevşek ortaklıklar olan sosyal yapıların ilişkileri incelenmekte ve sosyolojik çözümlemeler yapılmaya çalışılmaktadır. Devlet düzeyinde ise standart uluslararası ilişkilerin temel süjeleri olan devletlerin davranış kalıplarını belirlemek ve olaylar karşısında alabilecekleri tutumları ölçmek istenmektedir. Ancak sistem seviyesi daha karmaşıktır ve anlaşılması için belirli okumaların yapılması gerekmektedir. Dolayısıyla toplumların genel eğitim seviyeleri daha ziyade birey ve en fazla toplum düzeyi analizler için yeterli olup diğer düzeyler genellikle uzmanlara bırakılmaktadır.
Bu anlamda uluslararası sistem içinde hiyerarşik sistem, tek bir patron devletin diğer tüm devletleri kontrol edebilme ve savaşları engelleme veya barışı tesis etme gücü olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bugün ABD Başkanı Donald Trump’ın dünya imparatoru şeklinde yerküre üzerinde uygulamaya çalıştığı bu sistemdir. Ancak başat ülke demokratik değil de otoriter bir rejim ise tüm gezegen tek bir ulusun hizmetkarı durumuna düşebilir.
Diğer taraftan güç dengesi sistemi, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa kıtasında ortaya çıkmıştır. Hiçbir devletin veya ittifakın dengeyi bozacak şekilde üstünlüğü istenmez. Eğer bir grup veya tek bir devlet güçlenmeye başlarsa diğerleri için bir tehdittir. Peloponez Savaşları’nın Sparta ve Atina arasındaki, Bir ve İkinci Dünya Savaşları’nın Almanya ve diğer Avrupa devletleri arasındaki mevcut güç dengesinin bozulmasıyla ortaya çıktığı savı oldukça güçlüdür.
ABD İçin NATO ve AB Bir Külfet
Genellikle kurulan dengeler geçici ve gevşek olup çıkarlar gerçekleştikten sonra dağılma ihtimali yüksektir. İran, Çin ve Rusya Federasyonu ABD ve AB karşısında güç dengesi tesis etmek için ortaklıklar kurmaya çalışmaktadır. Ancak Trump yönetimi bu ittifakı bozmak için Rusya ve Çin ile ayrı ayrı açık veya örtülü anlaşmalar yapmakta ve ortak çıkarlar denkleminde kadim müttefiklerini ikinci plana atmaktadır. O yüzden ABD için NATO ve AB bir külfet/yük ve Amerikan halkının vergilerini sömüren pazarlamacılardır. Güç dengesinin devamını isteyen genellikle zayıf devletler statükocu olarak tanımlanabilir ve tüm politikaları bunun üzerine kurgulanabilir.
İki kutuplu (sıkı ya da gevşek) sistemlerde iki aks/eksen, ideoloji ve örgütlenme söz konusudur. Blok liderlerinin etrafında kenetlenen diğer ülkeler genellikle garantör güçlerin sözünden çıkmadan özgün politikalar üretemezler. Soğuk Savaş Dönemi bu sistemin uygulandığı bir zaman dilimidir (1946-1991). Genellikle görece istikrarlı ve nükleer kapasiteler sebebiyle ihtilaflarda savaş dışı yöntemler tercih edilmekteydi. Ancak süper devletler olası çatışmalarda vekil ülkeler/örgütler kullanarak savaşa dolaylı dahil olmakta ve yapılan anlaşmalarda savaşların kârı iki büyük güç tarafından ortak paylaşılırken, “prestij” sahada yer alan küçük ülkelere/örgütlere bırakılmaktadırlar.
Tek kutuplu dünya sistemi ise daha çok hiyerarşik sisteme benzemekte ve tek gücün tüm dünyaya hâkim olduğu düzeni temsil etmektedir. Çok kutuplu sistemlerde de ikiden daha fazla kutup lideri söz konusu olup uluslararası politika yapım süreçlerinde çoklu karar mekanizmaları kurularak eş başkanlık tarzı uygulamalar devreye girmektedir. 21. yüzyıla dünyanın bu düzende girdiğini kabul eden görüşler yakın gelecekte daha da güçlenecek olan Çin, Rusya Federasyonu, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Japonya ve İngiltere gibi devletlere bu rolü uygun görmektedirler. Türkiye’nin son zamanlarda elde ettiği yumuşak ve sert güç elde etme hamlelerinin özgün bir kutup yaratmak için uygun koşulları hazırlayabileceği değerlendirilmektedir. Orta ölçekli bu eksenin ağırlık merkezinin Ortadoğu, Afrika veya Türk Devletleri Teşkilatı jeopolitiği olma olasılığı kendinden bağımsız gelişmelere bağlı olarak değişebilecektir.
Evrensel sistem modelinde bütünleşmiş bir dünya öngörülmekte ve sistem barış merkezli, istikrarlı tek elden yönetim tezine dayanmaktadır. Son olarak teknik anlamda birim veto sisteminde ideolojik temelli olmayan, nükleer yeteneklere vurgu yapılan ve caydırıcılık esaslı paktlar öngörülmektedir. Ancak bu sistem içinde en büyük endişe nükleer silahların kullanma olasılığının artması veya nükleer misillemelerin yaşanması olarak ifade edilmektedir.
Dünya Anarşik ve Kaotik İklime Sürükleniyor
Aslında tüm bu sistemler kendi içinde istikrarlı ve barışçıl bir güvenlik mimarisi öngörmekte ve her biri kendi çekirdek prensipleri gereği sözde diplomasiye alan açmaktadırlar. Buna rağmen bugün yaşanılan olaylara baktığımızda dünyanın daha çok anarşik ve kaotik bir iklime sürüklendiğini görmekteyiz. Bu sebeple yeni ortamın adı görecilik (rölativizm), düzensizliğin düzeni, belirsizlik vb. terimlerle tanımlamak daha doğru olacaktır. O yüzden ülkeler yeni ortamda düzensizlikle mücadele etmek için farklı ve daha hızlı mekanizmalar geliştirmek zorundadır. İnsanlığın asla vazgeçemeyeceği demokratik rejimler içinde karar alma ve uygulama konularında yürütme organlarına yasama ve yargı erklerinden daha fazla işlev ve önem tayin etme mecburiyeti hasıl olmuştur.
Diğer taraftan düzensiz uluslararası sistem içinde etkin ve aktif durumda olan otonom yapılar veya devlet dışı aktörler karar süreçlerini oldukça yüksek düzeyde etkilemekte ve düzensizliğin temel nedeni haline gelmektedirler. Bu gruplar içinde hükümet dışı kuruluşlar, ulusüstü yapılar, kâr amaçlı örgütlenmeler ve devletlerarası kurumlar silahsız olanları ifade etmektedir. Suç örgütleri ve terör örgütleri ise silahlı grupları işaret etmektedir. Özellikle etkin bireyler, ulusal baskı ve çıkar grupları, uluslararası ve ulusaşırı örgütler, çok uluslu şirketler gibi yapılar devletlerin önüne geçmek üzeredir.
Terör örgütleri, isyancı gruplar, şehir çeteleri ve savaş lordları, özel asker- polis birimleri, özel askeri şirketler, inanç motifli aşırı militan örgütler, etnik milliyetçi gruplar ve küreselleşme karşıtları bilinen silahlı devlet dışı oluşumlardır. Bazı ülkelerde bu yapılar hükümet edenlerle iç içe geçmiştir. Söz konusu gruplar içinde en örgütlü, katı bir hiyerarşisi olan, politik hedeflere sahip, ideolojik olarak motive edilmiş, dış destekli, finansal yeteneklere sahip ve nitelikli silah sistemleri ile donatılmış “terör örgütleridir”.
O yüzden ülkeler ve ülke grupları münhasıran veya müştereken bu tür silahlı devlet dışı yapılanmalarla askeri, iktisadi, diplomatik, sosyolojik, psikolojik ve hukuki mücadele etmek zorundadırlar. Çünkü terör örgütlerinin nihai hedefi rejim değiştirmek, hükümetleri devirmek, tedhiş yaratmak, ülkeyi bölmek, yeni bir devlet kurmak ve uluslararası düzeni yıkmak olduğu için bu konuda yapamayacakları eylem türü neredeyse yok gibidir.
Türkiye, İngiltere, Kolombiya, İspanya ve bazı Afrika ülkeleri terörizmle oldukça uzun süreler mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Türkiye bu konuda tek başına mücadele ederken önemli kayıplar vermiş ve nihayet terörün tamamen sona ermesi için pozitif manada “alışılmadık” tedbirler almak durumunda kalmıştır. Terör örgütleri ile mücadele ederken en önemli konu tanım sorunudur. BM, AB, NATO’nun ayrı terör tanımları yapılmışken, ABD başta olmak üzere tüm ülkelerin kendi ulusal tanımları bulunmaktadır.
Tanım konusunda Birleşik Krallık ve Türkiye’nin terör tanımları oldukça kapsayıcı ve açıklayıcıdır. Diğer taraftan ABD içinde FBI, CIA, Federal Ceza Yasası, Vatanseverlik Yasası ve diğer kurumların farklı tanımlamaları mevcuttur. David Rapaport çalışmalarında toplam 250 çeşit terör tanımı olduğunu ifade etmiştir. Diğer taraftan bazı ülkeler demokrasi, hoşgörü ve tolerans yaklaşımları ile terör örgütlerinin ülkelerinde teşkilatlanmasına, sivil toplum örgütü şeklinde faaliyet göstermesine, sözde bağış adı altında haraç toplanmasına, eleman devşirilmesine, doktrine edilerek motive edilmesine, silah ve diğer harp malzemeleri temin edilmesine, kaçakçılık, kara para aklama, insan ve uyuşturucu ticareti gibi illegal eylemelere göz yumulmasına ve nihayet kendi politik amaçlarına erişebilmek için örgütün bir maşa şeklinde kullanılmasına müsaade etmektedir.
Diğer taraftan terör örgütlerinin ihtiyaç duyduğu husus üst kimlik karşısında mağduriyet yaşadığı farz edilen etnik ya da mezhepsel bir azınlığın varlığıdır. Bu azınlıklar genellikle ikna yoluyla veya ortaya konan büyük hayali hedefler karşısında heyecana kapılarak çıkarcı devletler ile ittifak yapabilmektedirler. Bunun dışında örgütlerin diğer bir işlevi de mensuplarına kimlik kazandırma kabiliyetleridir. Bir anlamda bireysel ya da toplumsal kimlik kaybına uğramış topluluklara verilen yeni dinamik kimlik aidiyet duygularını pekiştirmekte ve sonunda yaratılan yeni uydurma kimlik azınlıkların yeniden kazanmaya çalıştıkları orijinal kimliklerini de kaybetmesine sebep olmaktadır.
Terörizm İnsanlığın Başına Büyük Bela Açacak
Son tahlilde terör olgusu; kanundışı/kriminal, siyasi, patolojik terörizm şeklinde sınıflandırılmakta iken aynı zamanda, isyancı terör, devlet terörü, devlet destekli terör, sol veya sağ fraksiyonlu terörizm, nasyonalist terörizm, inanç motivasyonlu terörizm, anarşist terörizm, sömürge sonrası terörizm ve uluslararası terörizm şeklinde de ayrıştırılmaktadır. Bu tanımlamalar bile terör konusunda; ulusal veya uluslararası karar süreçleri, barış inşa etme çalışmaları, uluslararası hukuk ve insancıl hukuku önceliklendirme, BM gibi üst yapıların düzenlemelerini hâkim kılma, öngörülebilir gelecekler yaratma, sürdürülebilir kalkınma uygulamalarını hayata geçirme ve devletlerin işlevlerini güçlendirme meselelerinde uluslararası tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmaktadır. Aksi halde 2500 yıldır insanlığın kullandığı devlet mekanizması aşınacak ve yerine konabilecek daha iyi ya da daha kötü bir sistem bulmak zorunda kalınabilecektir.
Gelecekte terörizm çok farklı bölgelerde (Amerika Kıtaları, Avrupa, Pasifik, Avustralya, Japonya, Ortadoğu ve Afrika) yeni isim, ideoloji, politik hedefler, taktikler, yöntemler bularak ve saldırgan siber imkanlar, yapay zekâ güdümlü robotlar, teknolojik silahlar ve nükleer yeteneklerle (kitle imha silahları) donatılarak insanlığın başına büyük belalar açabilecektir. Yine bu tür örgütler merkezi̇ yönetimlerinden uzaklaşarak, gevşek yapılanmalarla kendine yeter organizmalar, gruplar ve hücreler şeklinde eylem yeteneğine ulaşabileceklerdir. Dolayısıyla örgütlerin gelecekteki̇ hedefleri̇ rejimlerin yanında sanayi, tarım, enerji, finans, eğitim, sağlık ve çevre konuları olabilecektir. Bu yüzden devletlerin güçlenmesi, güvenli alanların (safe havens) ortadan kaldırılması, uluslararası iş birliğinin arttırılması ve evrensel bir farkındalığın yaratılması gerekmektedir.
“Herkes terörizmi durdurma konusunda endişeli. Aslında bunun kolay bir yolu var: teröre katılmayı/terörü desteklemeyi bırakmak…” Avram Noam CHOMSKY
“Hepimiz tehdit ve gözdağının olası rehineleri ve şiddet içeren saldırıların potansiyel kurbanlarıyız.” Martin Miller.