
Ferhat ÜNLÜ – 12 Mart 2025
Sadede erken gelip yazıya; 20. Yüzyıl ve 21. Yüzyıl savaşlarının çarpıcı bir mukayesesi ile girişelim. Bu yazıda dünya savaşlarını geleneksel ve postmodern ana başlıklarıyla ikiye ayıracağız. Ve bunu yaptıktan sonra ilk işimiz; 20. Yüzyıl’ın ilk yarısı bitmeden çıkmış ve ilki dört sene, ikincisi 6 sene sürmüş iki konvansiyonel savaşın yol açtığı yıkımlardan sonra kurulan küresel düzenlerin de dünyaya yetmediğini söylemek olacak.
İlki, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden iki yıl sonra, 1920’de kurulan (Milletler Cemiyeti), ikincisi İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği sene, 1945’te kurulan (Birleşmiş Milletler) iki teşkilat, başlangıçlardan itibaren dünyanın iradesini yansıtmıyor.
Zaten savaş da farklı bir formda devam etti. Bu manada Avrupa’yı kendi aralarında bölüşen Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1947 ile 1991 seneleri arasında sürmüş Soğuk Savaşı’nı Üçüncü Dünya Savaşı olarak nitelendireceğiz. Nükleer dehşet dengesine dayanan bir savaş oyunu daha doğrusu…
21. Yüzyıl’ın hemen başında, 11 Eylül 2001’den sonra gelen süreci ise postmodern manada Dördüncü Dünya Savaşı’nın miladı olarak kabul edeceğiz. Milyonlarca cana mal olan bu savaşın da, ‘galibi belirleyemediği’ bir senaryoda geleneksel manada Üçüncü Dünya Savaşı’na gidilebileceğinden ayrıca söz etmek gerekir.
SAVAŞ ZATEN VAR, MİLYONLARCA İNSAN ÖLDÜ
2001, postmodern manada Dördüncü Dünya Savaşı’nın başlangıç yılıdır aslında. Buradan bakarsak, dünya tıpkı 20. Yüzyıl’ın başında olduğu gibi, hatta ondan çok daha erken biçimde, 21. Yüzyıl’ın ilk senesinde savaşla tanıştı.
2000-2007 arası dahi, daha huzurlu olmasını beklediğimiz bir milenyum, bir asır başlangıcı için fazlasıyla huzursuzdu. Hele de ülkemiz için… Dünya da huzurlu değildi. Dördüncü savaş derken, askerler arasında olan birinci ve ikinci savaşın haricinde casuslar arasında olan Soğuk Savaş’ı üçüncü savaş olarak varsaymıştık.
ABD; El Kaide saldırısını gerekçe göstererek dördüncü savaşı, hasım gördüğü ideoloji ve giderek dini inancın coğrafyasına yığma stratejisine yöneldi. Batı’nın kendi arasındaki iki dünya savaşı ve Batı ile -benim ‘Ortodoks Doğu’ dediğim- Rusya arasındaki Soğuk Savaş’ın ardından ABD; dördüncü savaşı, hibrit yöntemlerle bu kez kendi dininden olmayana, İslamiyet’e ve giderek Müslümanlara karşı başlattı.
İmdi… Bu noktada en son söyleyeceğimi başta söyleyeyim. ABD’nin söz konusu stratejisi ABD’yi zamanla içten içe çökertmeye başladı. 2001’den bu tarafa geçen neredeyse çeyrek asırda güvenlik için dışarıya ne kadar saldırdılarsa, ‘homeland’i (anavatan) savunmak için dünyayı ne kadar karıştırdılarsa kendi huzurları da zaman içinde aynı oranda bozulmaya başladı.
DÜNYA SAVAŞI MI, AMERİKAN İÇ SAVAŞI MI?
Donald Trump, “Dünya savaşını önleyeceğim” diye geldi; ama ya dünya savaşı çıkarır ya da ABD kendi içinde savaşa gider. İyimser ve yüksek ihtimalli senaryo ikincisidir ve yüzde 50’nin üzerine çıkmış durumdadır.
ABD, 11 Eylül’den sonra çıkardığı Vatanseverlik Yasası ile âdeta gizli bir Big Brother rejimi kurmuştu. Vatanseverlik Yasası, bilhassa istihbari izleme ve sorgulamalarda devletin yetkisini genişleten, çıktığı 2001 yılından bugüne dek sürekli güncellenen ve Olağanüstü Hal ortadan kalktığı halde OHAL koşulları varmışçasına genişleyip güçlenen bir yasa olduğu için önemlidir.
Çok detaya girmeyeceğim, ama şu kadarını söylemem elzem: Yasa; 10 ana başlıktan oluşuyor. Başlıklar şunlar: Terörizme karşı iç güvenliğin tahkim edilmesi, elektronik gözetim prosedürlerinin güçlendirilmesi, terörizmin önlenmesi için kara para aklamanın engellenmesi, hudut güvenliği, terörizmin soruşturulmasının önündeki engellerin kaldırılması, terörizm kurbanlarının ailelerinin desteklenmesi, istihbari altyapının geliştirilmesi için bilgi paylaşımının artması, terörizm cezai müeyyideleri, geliştirilmiş istihbarat ve diğer…
Bu kadar güçlü mevzuat yetkilerine rağmen istedikleri güvenliği sağlayamadılar.
Bu arada şu nüans önemli: ABD, Vatanseverlik Yasası’nı bir Nazi hukukçusundan ilhamla oluşturdu. Bir başka deyişle Tıpkı CIA’in atası Office of Strategic Service’ün kuruluşunda Alman, hatta daha doğrusu Nazi mayası olduğu gibi Vatanseverlik Yasası’nda da bir başka Alman’ın ve Nazi’nin mayası var.
NAZİ HUKUKÇUSUNDAN İLHAMLA YAPILAN YASA
Yasa yapılırken Nazi rejiminin önemli düşünürlerinden Carl Schmitt’ten ilham alındığı görülüyor. Schmitt’in devlet düşüncesi, devlete en önemli rolü veren ve onu üst bir yere taşıyan ‘devlet etrafında bütünleşmiş bir ulus’ ana fikrinden oluşur. Amerikalılar, 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte bu elemanı esir aldılar, bir yılı aşkın bir süre toplama kampında uzun uzun sorgulayıp Schmitt felsefesine vakıf oldular.1946 yılında da adamı serbest bıraktılar. Adam, savaşın üzerine bir 40 yıl daha yaşadı ve 1985 senesinde terki dünya eyledi.
Amerikan derin devlet aklı; Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru ‘ex’ olmuş bu zatın, istihbari açıdan totaliter devletçi görüşlerini, onu esir aldıktan tam 56 yıl sonra, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardında tozlu raflardan indirdi. Schmitt, 1922’de kaleme aldığı Political Theology, yani Siyasal İlahiyat adlı kitabında “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” cümlesine bile yer vermiş ateşli bir OHAL destekçisidir.
ABD, 2001’den itibaren OHAL yetkilerini Schmitt’in bile hayal edemeyeceği biçimde uzun vadeli hale getirdi. Bu yetki, 24 yıldır bitmeyen OHAL kapsamında sürekli evrimleşti ve özel yaşam dâhil şüpheliler hakkında en ince detaya kadar araştırma yapılması ve süresiz gözaltı-soruşturma yetkileriyle genişletildi.
Carl Schmitt’in bile geçici gördüğü Olağanüstü Hal uygulamasının 11 Eylül’ün üzerinden zaman geçtikçe güçlenip kalıcılaştığı anlaşılıyor. Vatanseverlik Yasası sayesinde ABD istihbarat topluluğunun en önemli kurumu NSA’in Stellar Wind (Yıldız Rüzgârı) adı verilen meşhur yöntemle mahkeme kararı olmadan istihbari faaliyet yürütebildiği biliniyor. ABD istihbarat sisteminin, öncelikle ‘homeland’ dedikleri kendi ülkelerinde giderek daha da totaliterleşme eğilimi, 2002’de terör aktiviteleri ile ilgili olabileceği kuşkusuyla insanların veri tabanlarının kontrol edilebilmesini sağlayan yeni Savunma Departmanı projesinin yürürlüğe girmesiyle artmaya başladı.
Bütün bu safahat; ABD’nin, hakkın-hukukun değil de bir OHAL yasasının üstünlüğüne dayanan bir imparatorluk olduğunun ispatıdır. Öte yandan ABD’nin dünyanın birden fazla coğrafyasına savaş açtığı 2001, aynı zamanda onun imparatorluktan düşmeye başlamasının miladı da olacaktır.
NEREDEYSE 1984 REJİMİ KURDULAR AMA…
Bu gerilemenin çok parametresi var, ama işgal ettiği coğrafyalardan 20 yıl sonra bile olsa çekilmesi askeri gösterge, Çin’in, ‘Doğu’nun Ejderhası’nın yükselişi karşısındaki gerilemesi de ekonomik göstergedir.
İstihbari yetkiler de sürekli genişlemesine rağmen ABD’nin istihbarat yapılanmasının, misal 20. Yüzyıl’ın çeyreğinde olduğu kadar başarılı, becerikli olduğu asla söylenemez.
Ama Vatanseverlik Yasası’nın evrimi ile istihbari yetkileri sürekli artırmışlardır.
2005’te ABD’nin etkin gazetelerinden New York Times’ta çıkan bir makale sonrasında dönemin ABD Başkanı George W. Bush, El Kaide üyesi olduğundan şüphelenilen bazı kişilerin görüşmelerinin gizlice dinlendiğini kabul etmek durumunda kaldı. 2006’da Vatanseverlik Yasası’nın, vadesi dolan bazı maddelerinin süresi uzatıldı. Sonra 2008’de yasa çerçevesinde istihbarat teşkilatlarına yeni izleme yetkileri verildi. 2011’de ve sonra da değişiklikler oldu.
Takip eden 24 yıl içinde bu yetkiler sürekli genişletildi, ta ki bugüne kadar… Tabii bütün bu zaman zarfında Ulusal Güvenlik Teşkilatı’nın, yani NSA’in milyonlarca Amerikalı’nın telefonlarını dinlediğini, Federal Soruşturma Bürosu’nun, yani FBI’ın ise bu sihirli yasa marifetiyle yıllar yılı Facebook, yeni adıyla X, eski adıyla Twitter, Yahoo, Apple ve Google’ı kullananları ve sosyal medyada daha nicesini takip ettiğini ekleyeyim.
ABD, ÜÇ ALANDA GERİLEDİ
İmdi… Yazıyı bağlayabiliriz artık. ABD, halen belirli ölçüde hegemonyasını sürdüren bir küresel imparatorluk olarak milli güç parametrelerinden en azından üçünde (askeri güç, ekonomik güç, istihbari güç) geri kalmıştır. Ama teknolojide halen dünyanın bir numarasıdır. ABD, dünyada iç savaşlar şeklinde tezahür eden ve siviller arasında da yaşanan (Suriye yanı başımızdaki 13 yıllık örnektir. Son günlerde gördüğümüz üzere halen istikrara erişebilmiş değil, yeni bir istikrarsızlığı da kaldırmaz) dördüncü savaşta da sonuç alınamazsa teknolojik savaş unsurları devreye girecektir.
Hemen Terminatör ya da Matrix konsepti gelmesin aklınıza. Bir Orwellian totaliter rejimden de bahsetmiyorum. Ama insanlığın, teknoloji etkisiyle çoğalmaktan kendi iradesiyle vazgeçtiği Huxley modeli cesur yeni dünya modelini, bir senaryo olarak alabiliriz. İcat ettiğimiz yapaylık (sadece Yapay Zekâ’dan söz etmiyorum) teknolojinin ürettiği yeni kültür ve ‘ahlâk’, bizim Frankensteinımız olabilir. Bir başka deyişle ilk entelektüel mahsulümüz, bizi yavaş yavaş yok edebilir.