ceyhun bozkurt 800-563 1

Ceyhun BOZKURT – 10 Mart 2025

 

Türkiye’de, maalesef Tanzimat döneminden itibaren gerek kamuoyunu oluşturan seçkinlerde gerekse de devlet bürokrasisinde her sorunun çözümünün Batı’yla ilişkileri geliştirmek olduğu bir anlayış var. Batı dünyası ile bağımsızlığı kaybetmeden ilişki geliştirmek ile tüm ipleri Batı’ya vermeyi savunan anlayışın 200 yıllık mücadelesinde dönem dönem biri veya öteki öne çıkıyor.

Özellikle son 70 yılda ise Batıcıların gerek ağırlığı gerekse de savunma tarzı giderek baskın hale geldi. Bunda tabii ki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan yeni kuvvet dengesi ve ittifak modelinin etkisi büyük. Sovyetler Birliği’nin o tarihteki Stalin liderliğindeki kurmay heyetinin Türkiye’den Boğazları ve Kars ile Ardahan’ı istemesi ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan Notalar Savaşı da Türkiye’yi Batı kutbuna iten bir başka etken.

Ancak Batı’ya yönelimin başlangıcı zaten Atatürk’ün ölümünün hemen sonrasında İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığıyla başlıyor. Oysa Atatürk’ün Batı’nın ileri yönlerini memlekete kazandırıp, siyasi bağımlılığı sona erdirme eğilimi var. Kurtuluş Savaşımız sürerken 6 Mart 1922’de TBMM kürsüsünden bizzat şöyle seslenmiştir: “Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”

Ancak Türkiye 1952 tarihi itibariyle adeta bir boyunduruk altına alınmıştır. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Sovyetler Birliği tarafından liderliği yapılan iki ittifak da, liderlerin boyunduruğunu zorunlu kılıyor, ülkeleri boyunduruk altına alıyordu. Türkiye, NATO’ya girerek çok sayıda gizli anlaşmayla çok sayıda yükümlülük altına sokulmuştu. Bunda Gladyo örgütlenmesi kurulması dahildi. O Gladyo ki, 1952’den sonra Türkiye’de çok sayıda kanlı veya kansız darbenin, saldırının, krizin altında imzası olan bir örgütlenmeydi.

Türkiye’nin NATO’ya girişi hiç de öyle kolay olmamıştı. Washington, bir taraftan önceki satırlarda aktardığımız Sovyetler Birliği baskısını fırsat bilerek Türkiye’ye elini uzatmıştı. Örneğin Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki Notalar Savaşı’nda, Cihan Harbi’ndeki müttefikinin karşısına çıkmayı göze almış, Sovyetler’in 19 Ağustos 1946 tarihli notasına karşı aynı görüşü paylaşmadıklarını, Boğazlarda Sovyet üsleri kurulmasını ve Boğazların başka hiçbir gücün katılımı olmaksızın Türkiye ile birlikte savunulması önerilerini kabul etmeyeceklerini deklere etmişlerdi. Selin M. Bölme’nin İncirlik Üssü’nü anlattığı kitabında aktarılan bilgilere göre, 23 Ağustos 1946’da Amerikan Genelkurmay Başkanlığı’ndan Savaş ve Donanma Bakanlıklarına gönderilen memorandumda Türkiye için ‘stratejik açıdan Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun en önemli askeri faktörü’ tanımı yapılmaktaydı.

İlginizi çekebilir!  Hollanda Başbakanının Derin Mahcubiyeti – Fatih Ünlü

Öbür yandan da hem ABD hem de müttefiki olan İngiltere ve diğer Avrupalı güçler, Türkiye’yi ittifak dışında tutmaya çalışmışlardı. “Askeri destek ve yardımlara evet, ittifaka hayır” politikası denebilecek politikaların izlendiği süreçte ABD Başkanı Harry Truman, 12 Mart 1947 tarihinde ABD Kongresi’ne daha sonra Truman Doktrini olarak tarihe geçecek konuşmasında Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolar yardım yapmak için yetki istedi. Yunanistan’a verilecek yardım komünizm bertaraf etmek amaçlıydı. Türkiye’ye ise ordusunu güçlendirmek için veriliyordu. Güçlü bir Türk ordusu sadece muhtemel bir Sovyet saldırısı karşısında tampon görevi görmeyecek, aynı zamanda Sovyetler’in Türkiye’yi ve Boğazları kullanarak ticaret yollarını ele geçirmesini ve Ortadoğu’daki petrol kaynaklarına ulaşmasını engelleyebilecekti.

Çok sayıda müzakere yapıldı. Bunlar sadece Türkiye ile değil, ABD tarafından kendi müttefikleri arasında da yapılan müzakerelerdi. ABD’de yıllarca bulunan gazeteci Ufuk Güldemir, “Çevik Kuvvet’in Gölgesinde” çalışmasında bu müzakerelerin neticelerinden birinin Türkiye’nin siyasetine etki yapmak olduğunu dile getirir: ‘İnönü elbette ki fedakâr bir devlet adamıydı, ancak Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçmesi, ne yazık ki yaygın kanının aksine sadece onun inisiyatifi sonucunda gerçekleşmemişti. Avrupa’nın Türkiye’yi NATO üyeliğine kabul etmek için ABD’ye sürdüğü şartların ilki Türkiye’nin demokrasiye geçmesiydi.’

NATO üyeliğine geçiş sürecinde ve üyelik sonrasında ABD ile Türkiye arasında çok sayıda ikili anlaşma yapıldı. ABD ile Ortak Güvenlik Anlaşması, NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi (SOFA), Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması (OSİA) vb. ile Türkiye ile ABD/NATO bağı kuvvetlendirildi. ABD/NATO’nun Türkiye içindeki etkisi artırıldı desek daha doğru bir tanım olacaktır. Türkiye ile ABD arasındaki gizli veya açık anlaşmalar, o tarihlerden itibaren tartışılır. 1970 yılında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, iki ülke arasında yapılan ikili anlaşma sayısını 91 olarak açıklamaktadır.

Gelelim NATO’ya…

NATO sadece askeri bir sistem değildi. Brzezinski’nin ABD’nin en büyük başarılarından biri olarak tanımladığı ‘bağımlı yabancı seçkinler’ oluşturmanın yolu sadece askeri yöntemlerden geçmiyordu. ABD, küresel sistemi dizayn etmek için sözde müttefik özde bağımlılarından askeriyenin yanısıra, siyasi, ekonomik, sosyolojik, akademik, enformatik, psikolojik, kültürel vb. alanlarda tam kontrol istiyordu. Hatta NATO bünyesinde oluşturulan Gladyo (Kılıç) örgütlenmesinin direksiyonunu yöneten CIA ve MI6 başta olmak üzere istihbarat servisleri, ülkelerdeki terör örgütlerini ve mafya gruplarını bile kontrol eder hale gelmişti. NATO işte bütün bu alanlara etki yapabilecek bir güçtü.

İlginizi çekebilir!  Filistinli bebeklere düşman Lawrence’ye dost

Türkiye’nin Şubat 1952 tarihinden itibaren yaşadığı tüm olumsuzluklar sıralandığında, tamamı olmamakla birlikte büyük çoğunluğunun arkasında NATO ve NATO’ya bağlı güçlerin olması şaşırtıcı değildir. Tarihsel derinliği, kültürel ve siyasi kodları dolayısıyla bağımsız politika üretme kapasitesi çok yüksek olan Türkiye, milli politikalarını ne zaman ABD’nin çizdiği çizgiden uzaklaşmaya başladıysa, o zaman bir müdahaleyle karşılaştı. Örneğin darbeleri hepimiz biliyoruz. Ancak sadece darbeler veya o zemini hazırlayan olaylar değil. Üretkenliğe müdahale de bununla bağlantılıydı. Örneğin NATO’nun bağlı bulunduğu sistemin sahiplerinin akreditasyonundaki bağımlı yabancı;

-Ekonomik seçkinler, ekonomiyi sadece Batı’ya eklemlediler ve geri kalan dünyayı dışladılar, yerli ve milli üretimi dışladılar. Yeri geldiğinde de siyasete ekonomi üzerinden müdahale yaptılar. (Örneğin 12 Eylül öncesi TÜSİAD ilanları ve Devrim Arabalarının üretimini durdurulması)

-Gazeteci seçkinler, Batı’ya bağımlılığın propagandasını yaptılar.

-Akademik seçkinler, Batı’ya bağımlılığın teorisini ürettiler.

-Siyasi seçkinler, siyasete müdahalelerin altyapısını oluşturdular, ne zaman istikrar olsa, bu müdahalelerin önünü açtılar (Örneğin 57’inci Hükümetin yıpratılması, DSP’nin parçalanması operasyonu).

-Mafya liderleri, sokağı dizayn ederek siyasete sokak üzerinden müdahalenin önünü açtılar (Aynen İran’da ABD ve İngiliz istihbarat servislerinin Musaddık’ı devirdikleri darbenin altyapısının oluşturulma sürecinde olduğu gibi)

Yine ABD’nin üsleri aracılığıyla, (örneğin İncirlik’teki ABD unsurları) terör beslendi, terörizme destek sağlandı.

Türkiye’nin NATO ile ilişkilerinde kitaplar yazılır, yazıldı da… Yazılmaya da devam edecek. Bizim NATO’da görmediğimiz ise Türkiye’nin yanında yer alması oldu. Terörizmle mücadelede NATO’daki müttefiklerimiz Türkiye’nin değil KCK/PKK ve FETÖ’nün yanında yer aldılar. 15 Temmuz 2016’daki terör-darbe-işgal saldırısı püskürtüldükten sonra FETÖ militanları tutuklandığında NATO komutanları “müttefiklerimiz tutuklanıyor” açıklaması yapmıştı. O gece İncirlik Üssü’nde hain girişimin faaliyetlerini yürüten Bekir Ercan Van’ı, ABD’liler desteklemiş ve korumuştu. ABD’liler, Türk askerleri kapıya dayanınca Bekir Ercan Van’ı teslim etmek zorunda kalmışlardı.

Özetle, Trump diyor ya “5. Maddeyi işletmem”. Biz de diyoruz ki, işletmezse işletmesin. NATO’nun ne hayrını gördük ki, 5. maddenin görelim.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.