faruk taşcı

Prof. Dr. Faruk TAŞÇI – 02 Mayıs 2024

 

İnsan, doğuyor, yaşıyor ve ölüyor; bu süreçte acısıyla tatlısıyla birçok şey ile muhatap oluyor. Bazen seviniyor bazen üzülüyor, bazen gülüyor bazen ağlıyor, bazen neşeleniyor bazen hüzünleniyor, bazen konuşuyor bazen susuyor. Yani “insan, muazzam muamma”! Bu muamma varlık için birçok mesele gündeme geliyor; bunlardan biri de “mülk”.

“Mülk Allah’ın” ve Şahsi Mülkiyet

Mülkün veya genel manada varlığın gerçek ve mutlak sahibi sadece Allah; göklerin ve yerin ve bunlar arasındakilerin, göklerde ve yerde olanların ve bunlar arasındakilerin tek sahibi Allah. Hal böyle olunca, insan da Allah’ın, insanın olan da Allah’ın; bu nedenle “veren de O, alan da O” deniyor. Belli bir nizam içinde ister canı veriyor ister canı alıyor, ister mülkü veriyor ister verdiğini alıyor çünkü “mülk Allah’ındır”.

İnsansa meşru (helâl) olmak kaydıyla Allah’ın mülkünden çeşitli şekillerde mülk (servet / zenginlik) elde edebiliyor. Yani insanın (mesela Marksizm gibi ideolojilerin aksine) şahsi mülkiyeti olabiliyor. Bu nedenle insan, çalışarak, bağış ve miras yoluyla, nafaka, sadaka, zekât, hibe, ödül, ganimet, diyet, mehir gibi değişik helâl yollarla mülkiyet sahibi olabiliyor.

Mesela aksine faiz gibi haram yollarla servet edinmek Allah’ın mülkünde Allah’a karşı gelmek oluyor. Bu nedenle, insanın helâl yoldan elde ettiği mülk/servet yine helâl yollarda harcanmak durumunda ki mutlak mülk sahibi Allah’a isyan olmamış olsun. Dolayısıyla, helal yoldan elde edilenlerin tasarruf hakkı mutlak manada şahsa ait değil. Bireylerin özel mülkiyetlerine / servetlerine yön veren kurallar var: Mesela servet âtıl durmamalı, âtıl duran servetin zekâtı verilmeli; servetin kullanımında başkalarına zarar verilmemeli yani servet/mülk kapitalistlerin yaptığı gibi güç aracı haline gelmemeli; cimrilik olmamalı israf da olmamalı, toplumun faydasına olan her işte kullanılmalı gibi.

İlginizi çekebilir!  Adalet Göğün Direğidir, Yıkılırsa Gökyüzü Yerinde Durmaz

“Vermek Zorunda mıyım” ya da Toplum Mülkiyeti

Bu ve benzer kurallar çerçevesinde, mutlak olarak mülkün Allah’ın olduğunu bilen bireysel mülk sahipleri, mülklerini “toplum mülkiyeti”ne dönüştürebiliyor. Yani helâl yoldan mülk elde eden kişiler, isterlerse ellerindeki imkanları kendi gönül rızaları ile (herhangi bir el koyma vs. gibi zor/cebir olmadan) topluma adayabiliyor.

Eski dönemlerin en yaygın kurumsallaşması olan (ve günümüzde de devam eden) vakıflar bu hamlelerin ürünü. Mesela kimisi ölen bir yakınının adına ve hayrına servetinin bir bölümünü yetimlere yardım olsun diye vakfedebiliyor, kimisi servetinin bir bölümü ile öğrencileri okutuyor, kimisi servetini yoksullara adıyor vs. Böylece insan, Allah’ın mutlak mülkünden kendine düşen şahsi mülkiyeti, toplum mülkiyeti haline getirebiliyor. Böyle yapmakla, elindekilerin hakikatte Allah’tan olduğunu kabul etmiş oluyor ve yine Allah’ın razı olduğu şekilde Allah’ın diğer kullarına (topluma) bir nevi sosyal sorumluluk bilinci ile harcıyor; Hay’dan gelen Hu’ya gidiyor! Bu bakımdan, hakiki sosyal sorumluluk, Hay’dan geleni Hu’ya vermek yani Allah’tan geleni yine Allah’ın kullarına iletme gücü.

Sonuçta; “Mülk Allah’ındır” diyen (kabul eden) biri, öncelikle Allah’ın kurallarına göre mülk ediniyor olmalı ki bu sözünün bir anlamı/değeri olsun, sonrasında Allah’ın kurallarına göre elde ettiği mülkünü yine Allah’ın kurallarına göre kullanmalı ki bu anlam/değer tamam olsun; ki bu kullanım içinde topluma yönelik olanların olması da mümkün. Bu ise Allah’ın verdiği mülkten Allah’ın diğer kullarına da (çeşitli hayır niyetleri ile) nasiplendirme gibi bir yüce gönüllük ve cömertlik demek.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.