Ceyhun BOZKURT – 25 Haziran 2024
Batı dediğimiz zaman bundan 30-40 yıl önce refah, modernleşme, bilimsel gelişme, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve uygarlık gibi kavramlar akla ge(tiri)liyordu. Ancak artık Batı ismiyle bu saydığımız kavramlar asla yan yana durmuyor. Çünkü Batı dünyası, çıkarlarını her türlü değerin üzerinde tutan, olaylara ve insan topluluklarına çifte standart yaklaşım uygulayan, ikiyüzlü, kendi geliştirdiği kurallara ve kendi oluşturduğu kurulların kararlarına bizzat kendisi uymayan, sözünde durmayan, ahlaki erozyonun da yoğunlaştığı, hatta bu erozyonu tüm dünyaya yaymaya çalışan bir medeniyet olarak görülmeye başladı.
Bir Ortadoğu ülkesinde ve özellikle bir İslam ülkesinde yaşıyorsanız gelişmiş Batının size olan bakışı ve yaklaşımı Oryantalist (şarkiyatçılık) bakıştır. Batılılar, Ortadoğu’da ve özelde İslam ülkelerinde demokrasi, Müslüman halkların özgürleşmesini, aydınlanmasını, kendi iradelerini yönetime yansıtmalarını ve yönetimde halkın temsilcilerinin olmasını istemiyor. Ancak Batı, kendine yakın ve bağlı Kral, Emir, Askeri lider/diktatör, bir mezhep ya da azınlığın iktidarda olduğu kukla yönetimin ayakta kalması için her türlü desteği veriyor. Kendi yetiştirmesi ve beslemesi yüksek burjuva ve bürokrasisi ile Batı’ya tam olarak biat etmiş hakim bir sınıfın yönetimde söz sahibi olmasını, yani Batılı odakların emir ve talimatlarından çıkmayan kesimi o ülkenin başında görmek istiyor. Bugüne kadar yapılan da bu.
Batı dünyasının bu politikalarının geçmişteki temsilcisi anglo-sakson Büyük Britanya idi. İkinci Dünya Savaşı sonrası anglo-sakson siyasetin temsilciliği Amerika’ya geçti. Bunun nedenlerinin başında İngiltere’nin savaşta büyük bir ekonomik tahribat yaşaması vardı. İngiltere hakim olduğu bazı bölgelerden çekilirken bir yandan da çıkarlarını etkin bir şekilde korumayı istiyordu. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’yu kendi çıkarları açısından hayati görüyor ve Türkiye ile Yunanistan’ın Sovyet etkisine girmesi durumunda Rusya’nın hakimiyetinin Mısır ve Filistin’e kadar yayılacağını düşünüyordu. Bölgedeki İngiliz çıkarlarını savunmak için en iyi adayın ABD olduğunu düşünen İngilizler, Washington ile bölgemiz üzerinde anlaşmayı seçti. Selin M. Bölme, “İncirlik Üssü” kitabında bu durumu “İngiliz yetkililer, Amerika’nın dünya üzerindeki tecrübesizliğinin, İngiliz çıkarlarını Amerikan dış politikasına gizlemeye izin vereceğini düşünüyorlardı” diye aktarmakta.
ABD’nin anglo-sakson siyasetin temsilciliğini almasıyla beraber, bir başka güç daha öne çıkmaya başladı. O da Siyonistlerdi. ABD’nin finans kapitalinde etkili olan Siyonist yapı, Amerikan siyasetini de etkileme açısından son derece maharetliydi. Ancak esas tehlike Amerika’da nüfusun yaklaşık yüzde 30-35’ine tekabül ettiği söylenen Evangelistlerin, Siyonist siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline gelmeleri ve onlarla birlikte Amerikan yönetimine hakim olup kendi siyasetlerini uygulama imkanı bulmaları oldu.
Evangelistlerin, “Tanrı’yı kıyamete zorlamak” olarak da bilinen Armegedon savaşına inanmaları ve bu yolda ilerlemelerini imanlarının gereği olarak görüp Kudüs’te ve Filistin’de İsrail tarafından gerçekleştirilen oldu bittilere ve insanlık dışı bütün uygulamalara kayıtsız şartsız destek vermeleri ancak bu şekilde izah edilebiliyor. Fakat esas üzücü olan diğer din, mezhep ve inanç sahibi büyük çoğunluğun oluşturduğu dünya devletlerinin bu yaşananlara kayıtsız kalması. Gazze’de 7 Ekim’den bu yana yaşanan soykırım ve İspanya ve İrlanda gibi birkaç istisna hariç, Batılı devletlerin İsrail’in yanında soykırım taraftarı bir tutum almaları, bunun en bariz göstergesi.
Peki insanlık neden bu kadar katı ve kayıtsız kalabiliyor? Çünkü onlarca yıl, hatta yüzyıl önce Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana süregelen Doğu ve İslam karşıtı Oryantalist propaganda nedeniyle insanlığın beyni Doğu halklarına karşı uyuşturulmuş. Batı, İslam karşıtlığı diyebileceğimiz anti İslamizmi desteklemek için son yıllarda kendi kurduğu ve desteklediği terör örgütleri marifetiyle İslami terör kavramının dünya insanlarının beyninde yer edinmesini sağlayıp, dünyada İslama fobiyi yerleştirmiş, yaygınlaştırmış, İslam ve Ortadoğu halkları hakkında bu olumsuz kavramsal alt yapı hazırlandıktan sonra kendi planlarını gerçekleştirmeye başlamıştır.
Amerika, Ortadoğu’ya yerleşerek enerji kaynaklarını kontrolü altına alıp kendisine rakip olabilecek ülkelerin enerji gereksinmelerini kontrol ederek gelişmelerini engelleyebilme ve bu suretle dünya liderliğini sürdürme imkanına kavuştu. Siyonist İsrail tarafı da toprak işgali politikasını sürdürerek genişleyip vaad edilmiş topraklara (arz-ı mev’ud) erişme ve Kudüs’ü tamamen ele geçirip Süleyman Tapınağı’nı yeniden inşa etme amacına ulaşmaya yol almaktadır. Yani her iki taraf için bir çıkar ortaklığı mevcuttur. Bu politikalar izlenirken zamanında dizayn ettikleri ve ülke yönetimine gelmesini sağladıkları diktatörleri yanlış yönlendirip, hata yaptırıp önce itibarsızlaştırıp sonra gayri meşru duruma düşürüp müdahaleye zemin ve ortam hazırlamışlar ve bu müdahale gerekçesini çoğunlukla insan hakları, özgürlük ve hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla ambalajlayıp dünyaya sunmuşlardır. Veya Irak örneğinde olduğu gibi İran’la savaşında güçlendirip (el altından da İran’a silah satışı yaparak), bu savaştan zararlarını karşılamak için Kuveyt’i işgaline göz yumup, sonrasında bu ülkeyi işgal politikaları izlemiştir.
Ayrıca enerji arz güvenliği, ticaret yollarının ve su yollarının güvenliği gibi gerekçeleri de öne sürerek müdahaleye etmeye gereken zemini oluşturmuşlardır. Bazen de aşırı radikal dini görünümlü terör örgütlerini öne çıkartmış, bu sayede de dünyadaki hukuk ve güvenlik düzeni bozulmuş, ekonomik kaosa girmiş ülkelerde, bu örgütlerin bu ülkelerde üslenip lojistik destek alarak dünyaya terör ihraç ettiklerini ilan ederek, dünya halklarına tehdit olduklarını gerekçe gösterip müdahalelerine zemin ve sebep oluşturmuşlardır.
Batı, kendi çıkarına olan her meselede ve konuda maalesef hak ve hukuk tanımamaktadır. Kendi oluşturduğu kurallar ile kurum ve kuruluşların aldığı kararlar kendi aleyhine olursa bu kurallara uymamakta, veto yetkisini kullanmakta, alınan kararlar kendi lehine olursa bu karara uymayan ülkeler;
– Uluslararası hukuka uymadığı gerekçesi ile önce ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla baskı altına alınmakta,
– Yaptırımlarla sonuç alınamadığı takdirde, uluslararası hukuk düzeninin bozulacağı gerekçesi ile askeri yaptırıma başvurulmakta,
– Bir ağırlığı olmayan ülkelerden oluşturulan askeri koalisyonlarla müdahalelerde bulunup kendi çıkarlarını dayatarak uygulamaya çalışmaktadır.
Dünyadan gelen bütün tepkilere kulak tıkayıp yapılan haksızlıkları duymayıp, görmeyerek hedeflerine ulaşmaktadırlar. Buna en çarpıcı örnek olarak Filistin ve Kudüs konusunda İsrail aleyhine alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul Kararları ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarının onlarcası gösterilebilir. Gazze’de 7 Ekim’den itibaren işlenen katliamlar ve soykırım Uluslararası Adalet Divanı’nın kararına, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin “Ateşkes Kararı”na rağmen devam etmektedir. Bütün bu adımlar Siyonist İsrail Yönetimi ve rejimine engel olamamaktadırlar. Çünkü başta ABD olmak üzere Batılı devletler Siyonist İsrail ve diasporasının güçlü etkisi altındadırlar.
Siyonist Yahudi organizasyonlar aktardığımız gibi başta finans olmak üzere, eğitim/akademiya, medya, politika ve jüristokrasi ile yüksek bürokraside kendi elemanlarını yetiştirmiş ve yerleştirmiş olup, kritik karar organlarına hakimdirler. Bu organizasyonun dışında kalanlar ve Siyonist İsrail aleyhinde kararlara etki edebilecek pozisyonda olanlar hakkında çeşitli yollar vasıtasıyla onların kararlarını etkileyebilecek imkanları cezaevinde hayatını kaybeden Jeffrey Epstein gibiler vasıtasıyla elde etmişler ve amaçlarına ulaşmak için önlerinde engel olabilecek kişi ve kurumları etkisiz hale getirmek için her türlü ahlak dışı yöntemi kullanmaktan çekinmemişlerdir.
Devam edeceğiz…