istihbarat ceyhun bozkurt

Ceyhun BOZKURT – 15 Mayıs 2024

 

Son iki yazımda özellikle soğuk savaş sonrasında medya ve sanat dünyamızı işgal altına alan düşünce sistematiğini biraz incelemeye çalıştım. Ama bunun derinlerine de inmek gerekiyor. Basın ve sanat camiasının Osman Kavala ve benzerleri üzerinden nasıl kontrole alındığı meselesi çok eski ve derin bir siyasete dayanıyor.

Bu konuyu ‘Oryantalizm’ ile başlatmak daha yerinde olur. Batılıların Doğu’yu merak etmeleri çok eskilere dayanmaktadır. Çeşitli seyyahlar gezilerini ve gözlemlerini yazmışlar, Doğu medeniyetinin gelişmişliği karşısında hayranlıkla karışık bir eziklik de hissetmişler, zamanla Doğu’nun zenginliğine sahip olmak için çeşitli yol ve yöntemleri geliştirmişler. Bu arada Oryantalizmi geliştirerek bu keşif faaliyetlerini belirli bir sistemle ve disiplinle sürdürmeye çalışmışlardır. Böylece Batı ile Doğu olarak adlandırılan iki rakip alan/dünya arasında siyasi, askeri ve iktisadi rekabet ve çatışma ortamı da oluşturmuşlardır. Oryantalizm zamanla Batılıların kendilerini ayrıştırarak bütün medeniyeti kendilerinin keşfettiği, medeni, gelişmiş toplum olmanın Batılıların koydukları kural ve düşüncelere uyularak ulaşılabileceği üzerine inşa edilmiş bu düşüncenin haricindeki bütün fikirleri dışlamışlar, dışlanmasını sağlamışlar.

Oryantalizm üzerine en geniş araştırmayı yapan Edward Said’dir.

Oryantalizm kısaca; Doğu ile uğraşan toplu müessesedir. Doğu hakkında hükümlerde bulunur, Doğu hakkındaki kanaatleri onayından geçirir. Doğu’yu tasvir, tedris, iskan eder, yönetir. Kısaca Oryantalizm Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yoldur.

Oryantalizm, Batı’nın kendisi olmayan, yabancı ve aynı zamanda da düşman bir toplumu araştırmasıdır.

Oryantalizmin Doğu’ya dair imgeleri, tasvirleri ve temsilleri hatırlandığında Batı ve Doğu arasındaki güç dengelerine bakıldığında, tarih boyunca Batı dünyasının daha geri ve zayıf bir pozisyonda olduğu görülür. Özellikle de Müslümanlara yönelik olumsuz imgeler. Bunlar Müslüman dünya karşısında acziyet içerisinde olan, kendilerini bu güç karşısında koruma kaygısının ve egemenliği altında bulundurduğu insanları bu güce karşı mobilize etme arzusunun işaretleridir. Avrupa’nın genel olarak Doğu karşısında dengelerini değiştirecek bir pozisyona gelmeleri dünya tarihi dikkate alındığında oldukça tazedir.

1640 ve 1660 İngiliz, 1783 Fransız ihtilalleriyle başlayan kapitalizm ve sanayileşme dönemi, 18’inci yüzyılın son çeyreğinden itibaren de Avrupa’nın Doğu hakkındaki görüşünü belirleyen esas  çerçeve emperyalizm dönemi. Başlangıç yaklaşık 350, Batı’nın üstünlüğünü kurması da taş çatlasa 200 yıl. Öncesinde yüzlerce yıllık Doğu hakimiyeti söz konusu. Ama elbette sanayileşme ve yakın zamanlarda gelişen teknolojik devrimler, Batı’yı ciddi şekilde öne çıkardı. Ama Doğu’ya karşı tetik vaziyeti değişmedi.

Batı, çoğumuzun bildiği gibi ticaret yollarının çeşitlenmesi ve yeni kıtaların keşfi ile birlikte bu kıtalarda yaşayan barışçıl ancak teknik olarak daha geri toplumları köleleştirerek, sömürerek ve bu yeni durumun getirdiği avantajları kullanarak bilim ve sanatta ileri geçen medeniyetini inşa etmiştir.

AVROSANTRİZİM denilen ve Avrupa Merkezcilik olarak ifade edilen görüşü öne çıkarmışlar Avrupalı ve beyaz olmayan kültürler üzerinde hak iddia etmişler ve onların varlığını tamamen görmezden gelmişlerdir.

Oryantalizmin akademik bir araştırma alanı olarak kurumsallaşma tarihinin temelinde dil okullarının açılması ve özellikle de oryantalist bilim cemiyetlerinin kuruluşu yer alır. Oryantalizmin organizasyon şemasını buralardan başlayarak çıkarabiliriz.  Bu cemiyetlerden özellikle iki tanesi  Bengal Asya Cemiyeti ve Mısır Araştırma Enstitüsü diğerleri için büyük örneklik teşkil ederler. Her birisi ülkelerinin sömürgeleriyle ilgili bilgi üretimini amaçlar. Üretilen bilginin, sömürgeci ülkelerin sömürge yönetimlerini sürdürülebilir kılmaya yönelik bir işlevi vardır. Sömürge yönetimi ile oryantalist bilgi arasında kurulan bu doğrudan ilişki bakımından da bu cemiyetler diğer sömürge ülkeleri için birer örnek teşkil eder.

İlginizi çekebilir!  Soykırım Destekçileri Demokrat, Milli Devlet Diyenler Mi Aşırı?

Bu cemiyetler elde ettikleri bilgi ile sömürge siyasetinin kalıcı olmasını sağlamışlar ve yön vermişlerdir.

Batılı insana göre Doğulu insan, mantık kurgusu sağlam bir şekilde konuşmaz. Bir yerden başlar, nereden çıkacağını Allah bilir. Batılı insan ise tam tersi, sağlam bir mantık silsilesi içinde konuşur. Neyi niçin konuştuğu, neyi niçin ifade ettiği, amacı bellidir. Niye Batılı insan edebiyatta, filmlerde vs. akil insan, olgun insan ve esas karakter olarak konuşur da Doğulu insan ya kadın ya çocuk ya yardıma muhtaç ya da ikinci üçüncü planda insan olarak sunulur.

Bu anlayışa göre Doğulu insan mantıklı düşünemez, duygusal davranır; tıpkı kadın gibi… Bunlar şablon tanımlamalar ve elbette Batı’nın yazılımının arka planında bu tanımlamalar vardır.

İktidar alanı olarak söylem Doğuluya yerini de bildirir. Ne düşünmesi ve ne yapması gerektiğini dikte eder.

Bir süre sonra Oryantalizm, Emperyalizmi beslemeye başlamıştır. Ayrıca kültürel emperyalizm yoluyla sömürdüğü ülkelerde kendisine bağlı elitler oluşturmuş, başta yönetim olmak üzere, silahlı kuvvetleri, yüksek bürokrasiyi, eğitim kurumlarını ve sanat camiası ile medyayı kendisine hizmet eder, kendisine sadakatle bağlı hale getirerek sömürü düzenini bir başka formda devam ettirmiştir.

Batılıların işlettiği bu sürecin, özellikle ülkemizdeki somut meyvelerini konuşmaya başlayalım.

Zaten bizim hikayemizin başladığı yer bu nokta. Özellikle Osmanlı’nın Tanzimat dönemiyle beraber Batı tarafından güdülmeye meyilli elitler, aydınlar etkili olmaya başladı. Çöküş döneminde mandacılık tartışması da bu nedenledir. Türk bağımsızlığına inandığı bilinen/zannedilen birçok ismin bile Kurtuluş Savaşımız başlayana kadar Amerikan/İngiliz mandası altına girme yönünde eğilimi olanların da varlığı ortada. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da, Batı’nın özellikle aralarında aydınların da olduğu belli bir kesimden etkisini çekmediği biliniyor. Ancak o kesimler kafalarını kaldırmak için Atatürk’ün vefatını beklediler. Sonrası ABD ile yakınlaşma ile bağımlılık ilişkilerindeki artış…

Soğuk Savaş şartları da onların elini güçlendirdi. Savunma ve sanayii alanında atılan adımlar akamete uğratılırken, medyada yazılıp çizilenler son derece üzücüydü. Devrim Arabaları aleyhine yazanları hatırladıkça bu etkinin bağımsızlıkçı görünen insanlarda bile olduğunu görüyoruz.

Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989 tarihinde yıkılmasının ardından bittiği kabul edilen Soğuk Savaş sonrasında ise emperyalizm ülkemize en yoğun saldırısını başlattı. Bu saldırının miladı olarak 12 Eylül darbesini koyabiliriz. Darbe sonrasında ABD’nin onayını alan darbeciler ekonomide ve siyasette liberalizmin öne çıkmasını sağlarken, medya ve sanatta da ABD’ye müzahir kişilerin önlerini açtı. Günümüzde ülkemize yönelik her türlü güvensizlik, aşağılama, küçümseme söz konusuyken ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın vb. ülkelerin her türlü saldırganlığına karşı medya ve sanat dünyamızda sessiz bir kesim var.

Örneğin Merve Dizdar isimli sanatçımız(!) Fransa Cannes’da aldığı ödülün konuşmasını elindeki kağıttan okurken, Türkiye’de kadınların yaşadığı sıkıntıları anlattı. Oysa Dizdar kadınlarımızın yaşadığı sıkıntıların yanına Fransa’nın Afrika ülkelerinde kadın, çoluk-çocuk demeden yaptığı soykırımları, o insanları sömürmesini, 3 günlük kundaktaki bebekleri, kadınları katleden terör örgütü elebaşlarının Fransa Cumhurbaşkanlığı sarayında ağırlanmasını da ekleseydi büyürdü. Ancak zihinsel bir problem vardı. Bu problemin sağlamasını Boğaziçi Film Festivali’nde yaşadık. “En İyi Yönetmen” ödülünü kazanan Özcan Alper’in ödülünü Türk ordusuna iftira atan, Türk düşmanlığında zirve yapan, şaibeli olaylarda adı geçen Şebnem Korur Fincancı’ya ithaf etmesi üzerine hatırlanacağı üzere Oyuncu Burak Haktanır, “”O kadın TSK’ya iftira attı. Kaç gündür tüm PKK sayfaları onu destekliyor” diyerek tepki gösterdi. Sonrasında sahneye 4 kişi çıkarak Haktanır’ı hedef aldılar. Bu sahnedeki 4 kişiden biri yine Merve Dizdar’dı.

İlginizi çekebilir!  Trump'ın Dış Politika Yaklaşımının Dinamikleri ve İsrail - Adem Kılıç

Sanat camiasında yaşananlar bununla sınırlı değil.

Bilinen bir oyuncunun, politik olarak beğenmediği projenin yönetmenini arayarak üstü kapalı tehdit ettiğine bizzat şahidim. Amaç yönetmeni ve o projede bulunabilecek başka isimleri yıldırmak ve projeden vazgeçirmekti. Tabii ki başaramadı ama o isim halen önemli bir dizinin kadrosunda bulunuyor.

PKK terör örgütünün çoluk çocuk kadın genç yaşlı demeden yaptığı katliamlar malum. Türk ordusu da bu alçak terör örgütüne karşı yıllardır kahramanca mücadele veriyor. Dönem dönem sınır ötesi harekatlar da yapılıyor. O harekatlara desteğe giden sanatçılara yönelik linç girişimleri malum. Ama sözünü ettiğimiz kesimleri ise Türk ordusunun yanında görmek mümkün değil.

Atatürk diye bağırıp, Atatürk’ü sadece ve sadece kullanmak isteyenler, Atatürk dizisinin Disney Plus tarafından Ermeni lobilerinin baskısıyla yayından kaldırılmasına ise sus pus oldular. Hatta her fırsatta yorum yapmaya bayılan ve kendisini “Ata kızı” olarak tanıtan birine sordular, “ne diyorsunuz bu karara” diye. Yanıt ibretlikti:  “Ben bu konuyla alakalı fikrimi beyan etmek isteseydim sosyal medya hesaplarımdan yapabiliyorum. Sorunuzu nazikçe reddetmek istiyorum.” Yani mesele Türkiye ile ilgili olunca her türlü beyanatta bulunanlar, Amerikan merkezli şirkete sıra gelince susmayı tercih ettiklerini açıkça gösterdiler.

Aynı şey medya dünyası için de geçerli. Hadi diyelim ki sanat dünyası içindekiler ödül, proje gibi kariyer ve gelir getirici nedenlerden dolayı bunu yapıyor.

Medya dünyasına ne demeli: Yine örnekle başlayalım: Nükleer silahların yayılmasının önünü açan; CIA’ya ülkeleri karıştırma, darbeler hazırlama, suikastlar yapma gibi geniş yetkiler sunan; Ortadoğu’daki Amerikan saldırganlığının başlangıcını doktrin olarak hazırlayan eski ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower adına kurulan vakfın Türkiye temsilciliğini yapan kişinin bir gazeteci olduğunu düşünün. Oysa bu gazetenin Bu gazeteci önce bu vakıftan burs sayesinde ABD ile gönül bağı kurmuş olabilir. Çünkü Osman Çutsay’ın Öfke kitabında anlattığına göre, bu gazetecimiz ABD hayranlığından önce sıkı bir solcuymuş(!). Hatta o kadar ki, Dev-Sol örgütüne de hayranmış. Ama gel gör ki, bugün Amerikan çıkarlarının merkezindeki bir yapının Türkiye temsilciliği ve bu temelde gazetecilik yapıyor. Geçmişte Kıbrıs Türklerinin çıkarlarına yönelik aksi çıkışları nedeniyle karşı karşıya kaldığım bu gazeteci, yani Murat Yetkin günümüzde de Washington-Tel Aviv güvenlik-enerjideki çizgisini bozmadan yazıp çizmeye devam ediyor.

Daha çok isim var da, bunları tek tek yazmaya çalışmak sayfalarımız yetmeyecek.

O yüzden günümüzde medya ve sanat dünyamızdaki gelişmeleri iyi takip etmek lazım. Batı’nın hakimiyetinin nüfuz güçleri potansiyeline sahip olan bu kesim, televizyonlar ve bilgisayarlar(internet) vasıtasıyla her eve giriş yapıyor.

Aman dikkat diyelim.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.