Büyük şehirler devrimi… Dünyamız 44 mega-kentten ibaretmiş…

Bercan TUTAR – 27 Şubat 2024

 

ABD başta olmak üzere bazı aktörler uzun zamandır kentsel bir ülkeye daha doğrusu metropolitan bir dünyaya dönüştü. Nüfus ve ekonomik aktivite artık büyük şehirlerde ve çevre bölgelerde yoğunlaşmış durumda. En önemli büyükşehir bölgelerinden yani metropolitanlardan yirmisinin toplamı neredeyse ülke ekonomisinin yüzde 52’sini oluşturuyor. ABD’deki bu ekonomik tablo dünyada “büyükşehir devrimi” denilen temel bir olguyu temsil ediyor.

Ülkemizde de yerel seçimler nedeniyle büyükşehirler için yoğun bir rekabet yaşanıyor. Özellikle Ülkemizin mega kenti İstanbul için. Bir metropolitan olarak bütçesi 7 bakanlıktan ve diğer birçok önemli ulusal kurumdan daha fazla olan İstanbul, bu ekonomik gücü yanında demografik ağırlığıyla da ulusal siyasetin rotasını belirlemede de adeta lokomotif konumunda.

38 milyon nüfusuyla Tokyo-Yokohama metropolü ile 35 milyonluk Cakarta, 31 milyonluk Yeni Delhi, 27 milyonluk Guangzhou-Foshan, 25 milyonluk Mumbai, 24 milyonluk Şanghay, 23 milyonluk Seul, 22 milyonluk Kahire, 21 milyonluk Meksiko, 21 milyonluk Kalküta, 21 milyonluk Sao-Paulo, 20 milyonluk Karaçi, 19 milyonluk Dakka,, 18 milyonluk Bangkok, 18 milyonluk Pekin, 17 milyonluk Moskova ve yine en az 10 milyon üzerindeki popülasyonlarıyla dikkat çeken Buenos Aires, İstanbul, Los Angeles, Paris, Londra, Tahran, Lima gibi dünya üzerinde 44 mega kent var.

Bir bakıma küresel ve ulusal siyaset ile ekonomi bu metropoller ile hinterlantları üzerinden dönüyor. Haliyle üretim ilişkileri açısından kapitalist öncesi döneme ait olarak lanse edilen feodalizmin ve siyasi açıdan da yeni federalizmin doğuşunu temsil ediyor metropol olgusu. Metropalitanizmin tetiklediği yeni federalizm düşüncesi ulusal kimliği ve merkezi hükümetin ekonomik gücünü sorgulayan bir trende dönüşüyor. Yeni federalizm daha çok “Ekonomik büyüme eyaletler arası rekabete atfedilebilir veya sadece merkezi hükümetler sosyal refahla ve kaynakların yeniden dağıtımı ile etkili bir şekilde ilgilenebilirler… “ düşüncesine karşı çıkıyor.

Kuşku yok ki ekonomik faaliyet ve siyaset mega şehirlerde yoğunlaştıkça, bu şehirlerin ülkeyi düzenleme biçimine müdahalesi artıyor. Bu da geleneksel mali yapının kabul ettiği dağıtım modelini sekteye uğratıyor. Şehirler güçlendikçe devletin ulusal finansmanı daha fazla sarsılmaya başlıyor. Çünkü mevcut üretim alanları arasındaki uyumsuzluk ve uçurum; ekonomik aktiviteleri düzenleme ve kaynakları yeniden dağıtımını sağlayan en etkili aktör konumundaki merkezi hükümetin hem dayandığı meşruiyeti erozyona uğratıyor hem de hesap verilebilirliğini yeniden gündeme taşıyor.

Burada nükseden güç ve güçlük, ister istemez siyasi kutuplaşmayı artırıyor. Dünyada bu bağlamda ekonomik kalkınmanın mekansal kutuplaşması arasındaki makas her geçen gün daha da açılıyor. Bu olgu pek çok ülkede ‘süperstar şehirlerin’ ikincil şehirler ve küçük kasabalar aleyhine artan hakimiyeti doğal olarak ekonomik, sosyal ve politik bölünmeleri daha da keskinleştiriyor.

Mega kentlerin yükselişi ve diğer sıradan kentlerin göreli düşüşü politika yapıcılara, önceliklerini yeniden düşünme ve daha dengeli bir kentsel kalkınma paradigmasını benimsemeye de zorluyor.

Pek çok ülkede son kırk yıldır yaşanan mekansal eşitsiz gelişme, metropol bölgelerde zenginlik ve sosyal fırsatların artan yoğunlaşması ile karakterize edildi. Akademisyenler Saskia Sassen ve Edward Glaeser’in belirttiği gibi finans, ticari hizmetler ve teknolojik yenilikler için merkez görevi gören büyük şehirler, liberalleştirici reformlardan ve küresel ekonomik entegrasyondan büyük faydalar elde etti.

Batı’daki liberal piyasa ekonomilerinde bile politik faktörler mega kentlerin başarısını güçlendiriyor. ABD hükümetinin finansal hizmetleri, endüstriyel rekabeti, bölgeler arası ulaşımı ve fikri mülkiyet haklarını (IPR) düzenleme biçimindeki değişiklikler, ekonomik rekabetin oyun alanını en büyük finansal, ticari ve inovasyon merkezlerinin lehine çevirdi. Bu tür yasalar, “birkaç baskın şehrin gücü tekeline alma eğilimini kontrol etmeyi” amaçlıyordu. San Francisco Körfez Bölgesi, Seattle ve Boston gibi çekirdek teknoloji merkezleri, 1980’lerden sonra mahkeme kararlarından ve patent sahiplerini güçlendiren mevzuattan, yerleşik sektör liderlerini cesaretlendiren ve büyük şehirlere yakınlığı yasal hale getiren trendlerden yararlandı.

21. yüzyıl için daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir şehircilik tasavvur eden ve aralarında Richard Schragger , Margaret Kohn ve Charles Marohn’un da bulunduğu çeşitli düşünürler, yerelci bir kentsel gelişme anlayışını yeniden canlandırmaya çalışıyor.

Çünkü 20. yüzyılda geliştirilen kent biçimleri özellikle ulaşım, konut, kamusal alan ve kentsel planlama açısından artık başarısız bulunuyor. Şu anki küresel ekonomik krizi yanlış kentleşmeye bağlayanlar bile var. Bu açıdan bakıldığında şu anki krizler bazı uzmanlara göre sadece finansal ya da ekonomik değil, aynı zamanda çevresel, sosyal ve işlevseldir. Sürdürülebilir olmayan bir kentleşme modelinin krizidir.

Ancak görülen şu ki küresel sistem her açıdan tıkanıyor. Mega kentler olgusu da bunun bir göstergesi. Hem ulusal hem de küresel çapta radikal fikirlerin ve akıllı vizyonların ciddi şekilde düşünülmesi gerekiyor. Yoksa mega kentler eksenli yeni feodalizm ile yeni federalizm eğilimleri dünyayı bir ahtapot gibi saracak. Bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sahneler yani mekânsal, siyasal ve finansal kutuplaşma ve tecritler küresel çapta gerçeğe dönüşecektir.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

bercan tutar bariz

Bercan TUTAR – 27 Şubat 2024

 

ABD başta olmak üzere bazı aktörler uzun zamandır kentsel bir ülkeye daha doğrusu metropolitan bir dünyaya dönüştü. Nüfus ve ekonomik aktivite artık büyük şehirlerde ve çevre bölgelerde yoğunlaşmış durumda. En önemli büyükşehir bölgelerinden yani metropolitanlardan yirmisinin toplamı neredeyse ülke ekonomisinin yüzde 52’sini oluşturuyor. ABD’deki bu ekonomik tablo dünyada “büyükşehir devrimi” denilen temel bir olguyu temsil ediyor.

Ülkemizde de yerel seçimler nedeniyle büyükşehirler için yoğun bir rekabet yaşanıyor. Özellikle Ülkemizin mega kenti İstanbul için. Bir metropolitan olarak bütçesi 7 bakanlıktan ve diğer birçok önemli ulusal kurumdan daha fazla olan İstanbul, bu ekonomik gücü yanında demografik ağırlığıyla da ulusal siyasetin rotasını belirlemede de adeta lokomotif konumunda.

38 milyon nüfusuyla Tokyo-Yokohama metropolü ile 35 milyonluk Cakarta, 31 milyonluk Yeni Delhi, 27 milyonluk Guangzhou-Foshan, 25 milyonluk Mumbai, 24 milyonluk Şanghay, 23 milyonluk Seul, 22 milyonluk Kahire, 21 milyonluk Meksiko, 21 milyonluk Kalküta, 21 milyonluk Sao-Paulo, 20 milyonluk Karaçi, 19 milyonluk Dakka,, 18 milyonluk Bangkok, 18 milyonluk Pekin, 17 milyonluk Moskova ve yine en az 10 milyon üzerindeki popülasyonlarıyla dikkat çeken Buenos Aires, İstanbul, Los Angeles, Paris, Londra, Tahran, Lima gibi dünya üzerinde 44 mega kent var.

Bir bakıma küresel ve ulusal siyaset ile ekonomi bu metropoller ile hinterlantları üzerinden dönüyor. Haliyle üretim ilişkileri açısından kapitalist öncesi döneme ait olarak lanse edilen feodalizmin ve siyasi açıdan da yeni federalizmin doğuşunu temsil ediyor metropol olgusu. Metropalitanizmin tetiklediği yeni federalizm düşüncesi ulusal kimliği ve merkezi hükümetin ekonomik gücünü sorgulayan bir trende dönüşüyor. Yeni federalizm daha çok “Ekonomik büyüme eyaletler arası rekabete atfedilebilir veya sadece merkezi hükümetler sosyal refahla ve kaynakların yeniden dağıtımı ile etkili bir şekilde ilgilenebilirler… “ düşüncesine karşı çıkıyor.

Kuşku yok ki ekonomik faaliyet ve siyaset mega şehirlerde yoğunlaştıkça, bu şehirlerin ülkeyi düzenleme biçimine müdahalesi artıyor. Bu da geleneksel mali yapının kabul ettiği dağıtım modelini sekteye uğratıyor. Şehirler güçlendikçe devletin ulusal finansmanı daha fazla sarsılmaya başlıyor. Çünkü mevcut üretim alanları arasındaki uyumsuzluk ve uçurum; ekonomik aktiviteleri düzenleme ve kaynakları yeniden dağıtımını sağlayan en etkili aktör konumundaki merkezi hükümetin hem dayandığı meşruiyeti erozyona uğratıyor hem de hesap verilebilirliğini yeniden gündeme taşıyor.

Burada nükseden güç ve güçlük, ister istemez siyasi kutuplaşmayı artırıyor. Dünyada bu bağlamda ekonomik kalkınmanın mekansal kutuplaşması arasındaki makas her geçen gün daha da açılıyor. Bu olgu pek çok ülkede ‘süperstar şehirlerin’ ikincil şehirler ve küçük kasabalar aleyhine artan hakimiyeti doğal olarak ekonomik, sosyal ve politik bölünmeleri daha da keskinleştiriyor.

Mega kentlerin yükselişi ve diğer sıradan kentlerin göreli düşüşü politika yapıcılara, önceliklerini yeniden düşünme ve daha dengeli bir kentsel kalkınma paradigmasını benimsemeye de zorluyor.

Pek çok ülkede son kırk yıldır yaşanan mekansal eşitsiz gelişme, metropol bölgelerde zenginlik ve sosyal fırsatların artan yoğunlaşması ile karakterize edildi. Akademisyenler Saskia Sassen ve Edward Glaeser’in belirttiği gibi finans, ticari hizmetler ve teknolojik yenilikler için merkez görevi gören büyük şehirler, liberalleştirici reformlardan ve küresel ekonomik entegrasyondan büyük faydalar elde etti.

Batı’daki liberal piyasa ekonomilerinde bile politik faktörler mega kentlerin başarısını güçlendiriyor. ABD hükümetinin finansal hizmetleri, endüstriyel rekabeti, bölgeler arası ulaşımı ve fikri mülkiyet haklarını (IPR) düzenleme biçimindeki değişiklikler, ekonomik rekabetin oyun alanını en büyük finansal, ticari ve inovasyon merkezlerinin lehine çevirdi. Bu tür yasalar, “birkaç baskın şehrin gücü tekeline alma eğilimini kontrol etmeyi” amaçlıyordu. San Francisco Körfez Bölgesi, Seattle ve Boston gibi çekirdek teknoloji merkezleri, 1980’lerden sonra mahkeme kararlarından ve patent sahiplerini güçlendiren mevzuattan, yerleşik sektör liderlerini cesaretlendiren ve büyük şehirlere yakınlığı yasal hale getiren trendlerden yararlandı.

21. yüzyıl için daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir şehircilik tasavvur eden ve aralarında Richard Schragger , Margaret Kohn ve Charles Marohn’un da bulunduğu çeşitli düşünürler, yerelci bir kentsel gelişme anlayışını yeniden canlandırmaya çalışıyor.

Çünkü 20. yüzyılda geliştirilen kent biçimleri özellikle ulaşım, konut, kamusal alan ve kentsel planlama açısından artık başarısız bulunuyor. Şu anki küresel ekonomik krizi yanlış kentleşmeye bağlayanlar bile var. Bu açıdan bakıldığında şu anki krizler bazı uzmanlara göre sadece finansal ya da ekonomik değil, aynı zamanda çevresel, sosyal ve işlevseldir. Sürdürülebilir olmayan bir kentleşme modelinin krizidir.

Ancak görülen şu ki küresel sistem her açıdan tıkanıyor. Mega kentler olgusu da bunun bir göstergesi. Hem ulusal hem de küresel çapta radikal fikirlerin ve akıllı vizyonların ciddi şekilde düşünülmesi gerekiyor. Yoksa mega kentler eksenli yeni feodalizm ile yeni federalizm eğilimleri dünyayı bir ahtapot gibi saracak. Bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz sahneler yani mekânsal, siyasal ve finansal kutuplaşma ve tecritler küresel çapta gerçeğe dönüşecektir.

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.