fatih ünlü iyilik eden iyilik bulur

Fatih ÜNLÜ – 28 Kasım 2023

Bir önceki yazımızda, SSCB’nin dağılmasından sonra Batı Bloğunun / NATO’nun yeni düşman arayışına girdiğini ve neticede İslam’ın zımni olarak Batı Bloğunun yeni düşmanı olarak belirlendiğini ifade etmiştik.

Bu kapsamda, Hindistanlı gazeteci ve diplomat Kuldip Nayar vasıtasıyla Thatcher’in  “Komünizminden sonra yenmeleri gereken daha büyük düşmanları olduğundan bahsederek -bu çerçevede- İslam’ı zikrettiği” bir sözünü de aktarmıştık.

Yine bir NATO toplantısı bağlamında Thatcher’e atfedilen cümleler ve onun yazdığı “İslam: Yeni Bolşevizm (Komünizm)” adlı bir yazı da var. Sözü uzatacağı için bu detaylara girmeyelim. Thatcher bu gibi hususlarda tek başına karar verebilecek bir konumda değildi şüphesiz ama o zamanın etkili aklını temsil eden isimlerden de birisiydi.

Yine o dönemin ruhuna uygun olarak, Huntington’un  medeniyetler çatışması tezi, medeniyetler arası fay hatlarının gelecekte savaş hatlarını teşkil edeceği, İslam ile Batının uzlaşmaz iki düşman oldukları ve çatışacakları yönündeki fikir ve teoriler de çok revaçtaydı. Huntington İslam’dan sonra Çin’i de Batı için ikinci bir meydan okuyucu ve uzun vadede en güçlü tehdit olarak görüyordu.

Bu gibi düşüncelerin Batı Bloğunun yönünü belirlemede ve 1990’lardan günümüze kadar siyasi süreçlerde çok belirleyici etkileri oldu. Şüphesiz Huntington veya benzerleri dediler diye işler o şekilde olmuyordu ve olmuyor elbette ama bu gibi kişilerin zamanın etkin çevrelerini ya yönlendirebilme ya da onlardan sufle alabilme ve o çevrelerdeki “ruhu” iyi okuma kâbiliyetlerinin olduğu aşikar.

Evet, İslam’ın düşman kabul edilmesiyle aslında o dönemin tartışılmaz süper gücü olan ABD de bilerek veya bilmeyerek dehşetli bir tuzağa düştü ve bir yandan İslam âlemini, özellikle kamuoyunu karşısına alırken bir yandan da düşman arayışında iki  adaydan birisi olarak değerlendirdiği Çin’e karşı telafi edilemez mevziler kaybetti.

Kamil medeniyetlere yakışmayacak bir yaklaşımla yapılan bu düşman arayışının tabiatıyla dünyaya da bir hayrı olmadı, bilakis çok büyük zararları oldu. Neticede, Afganistan’da, Irak’ta ve diğer coğrafyalarda birçok beyhude ya da kaçınılabilecek savaş ve çatışmada milyonlarca insan canından oldu, sayısız sıkıntılar yaşandı.

Diğer yandan, ABD önderliğindeki Batı Bloğunun  Çin’i düşman adayı olarak değerlendirmesi  Çin’de de bazı politika değişliklerine sebep oldu ve onlar da -açık ve gizli- askeri alana ve silahlara daha çok yatırım yapmaya başladılar. Çin’in gerek hammadde arayışı gerekse diğer saiklerle yayılmacı faaliyetleri de bu dönemde ivme kazandı.

ABD de şu anda da Çin’i, Rusya’yı ve diğer rakiplerini düşünerek durmadan ilave silah yatırımı yapıyor. Bu silahlanma yarışı her hâlükârda kısmen olabilirdi ama bu söylemler, bu mevzilenmeler birbirini had safhada tetikledi ve çok daha anlamlı alanlarda harcanabilecek inanılmaz derecede büyük ilave bütçeler silahlanma alanına tahsis edildi ve ediliyor.

İlginizi çekebilir!  Sinem Dedetaş, Üsküdar'ı korumak istiyorsa ne yapmalı?

Bu düşman arayışının özellikle manevi açıdan en önemli zararı da şu oldu: İslamofobinin çeşitli araçlarla körüklenmesi birçok insanın İslam hakkında yanlış ve  menfi kanaatler edinmeleri ve İslam’ın yüce ilkelerinden ve rehberliğinden mahrum kalmalarıyla neticelendi.

Özetleyecek olursak, İslam’ın zımni düşman kabul edilmesiyle İslamofobi çeşitli mekanizmalarla son 30 yılda hızla yükselişe geçti.  Bu tarihten sonra adı İslami olan ama İslam’ın yüce prensiplerine en aykırı şekilde hareket eden birçok grup ve terör örgütü türedi veya ivme kazandı. 11 Eylül saldırıları başta olmak üzere, Müslümanlara özdeşleştirilmeye çalışılan birçok terör hadisesi yaşandı. Bunların hepsi de istihbari boyutlar da dahil bütünüyle ve ayrı ayrı çok iyi araştırılması gereken konular.

Ciddi bir delil, bir iz yokken hep komplo aramak ve komplocu düşünmek şüphesiz doğru olmaz ve bizi hakikate de götüremez ama ciddi izler ve şüpheler varsa onları yok saymak da akıl kârı olmaz. Akla yatkınlık bazen görünür delillerden çok daha önemli olabilir.

Komploların olduğu bir dünyada komplo teorileri de elbet olur ve olacaktır, ciddi şüphe, mantıki sebep ve iz varsa olması da gerekir. İz bırakmadan çok büyük suçları irtikap etmek -neredeyse- imkansızdır. Dolayısıyla şüpheli durumların  üzerine gitmek ve çok detaylı inceleyerek olanların aslını anlamaya ve anlatmaya çalışmak çoğu zaman netice verir.

Burada bir parantez açmak isterim: İslamofobi’nin son 30 yılda nasıl yükselişe geçtiğine, İslamofobi’yi körükleyen terör örgütlerinin ve terör eylemlerinin kahir ekseriyetinde komplo izleri görüldüğüne  ve  İslam’ı düşman bilmekle ABD’nin de çok ciddi bir stratejik oyuna getirildiğine dair düşünceleri uzun zamandır taşıyorum.

Bu düşüncelerimin zamana direndiklerini ve zamanla daha da güçlendiklerini  söyleyebilirim. Biraz sonra bunun nedenlerinden birisini arz etmeye çalışacağım.  Bu gibi olayların resmi delilleri belki  zamanla ve belgelere erişim serbest kaldıkça kısmen ortaya çıkarılabilir ama o vakit de zaten iş işten geçmiş olur.

Yaşanılan zamanda bu gibi hususların ispatı daha çok olayların akışındadır, yönetici elitlerin ifade ve aksiyonlarına yansıyan yönelişlerde, haberlerde ve bunlardan ortaya çıkan özdedir, gidişattaki ruhtadır. Kamuoyuna bir şekilde sızan gayri resmi belgelerde ya da siyasilerin, diplomatların anılarında vs. de kısmen izler bulunabilir.

Bu yazıda ifade etmeye çalıştığım düşüncelerin şekillenmesinde birçok olayın etkisi olmuştur  şüphesiz. Bunlardan birisi de 11 Eylül saldırılarının öncesinde ve sonrasında yaşananlardır. İslamofobi’yi ve Müslümanlara yönelik nefreti son dönemde en çok tetikleyen olay hiç kuşkusuz 11 Eylül saldırılarıdır.  Bu sebeple bu  saldırılara biraz daha derinden bakmamızda fayda var.

11 Eylül terör saldırılarından bir süre önce Bill Clinton ABD Başkanıyken “Neo-Con”ların* Clinton’a sundukları söylenen bir raporun bir bölümünü İnternet’te okuma fırsatım olmuştu. Raporda Avrupa, Ortadoğu, enerji kaynaklarının kontrolü vs. denilerek ABD’nin  proaktif olması, askeri alanda geri kalmaması ve -Ortadoğu gibi- belirli coğrafyalara açılması gerektiği yönünde görüşler serdediliyordu.  Raporda yine kamuoyunun iknası için Pearl Harbour benzeri bir travmaya ihtiyaç olduğu minvalinde bir cümle de vardı.

İlginizi çekebilir!  Jeo-politik intihar mı yoksa stratejik kaza mı?

Bu raporun izini bulmak için araştırma yaparken ona benzer bir rapora denk geldim.  Bu da yine Neo-conların bir girişimi olan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (PNAC)’ın 2000 Eylül ayında hazırladığı “Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası” (Rebuilding America’s Defenses)  adlı bir rapor. Rapora İnternet’ten erişilebilir. Bu benim daha önce okuduğumla aynı rapor mu diye de düşündüm ama benim okuduğum raporda  ilave hususlar vardı ve farklı bir formattaydı diye hatırlıyorum.

İkinci rapora isteyen herkes erişebileceği için onun üzerinden gidelim. “Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası” adlı raporda özetle o dönemde ABD savunma bütçesinin düz bir seyir izlediği ve artırılması gerektiği savunuluyor. Yine ABD bütçesinin 1960’ların sonlarından beri ilk kez fazla vermesine rağmen, ABD silahlı kuvvetlerinin bütçesini artırma yönünde ciddi bir çabanın görülmediği ifade ediliyor. Özetle rapor silahlanma yanlısı şahin kanadın görüşlerini yansıtıyor.  Raporda benim daha evvel okuduğuma benzer şu minvalde çok dikkat çekici bir cümle de yer alıyor:

Further, the process of transformation, even if it brings revolutionary change, is likely to be a long one, absent some catastrophic and catalyzing event – like a new Pearl Harbor.

Dahası, yeni Pearl Harbour gibi bir felaket niteliğinde ve katalizör, tetikleyici bir olay olmazsa,  dönüşüm süreci -devrimci değişimler içerse bile- çok uzun sürecek gibi.

Yani devrimci değişimlerle bile çok uzun sürecek bir dönüşümün hızlanması ancak 2. Dünya Savaşında Pearl Harbour saldırısında olduğu gibi bir felaketle ve tetikleyici bir olayla mümkün olabilir demek istiyor.

Ben açıkçası, “Amerikan Savunmasının Yeniden İnşası” adlı raporda bahsedilen “felaket niteliğinde ve tetikleyici olay” işlevini 11 Eylül saldırılarının fazlasıyla gördüğünü düşünüyorum. Ayrıca, 11 Eylül’ün oluş tarzında ve sonrası verilen haberlerdeki tutarsızlıklar da çok ciddi şüpheler uyandırıyor. Bunların bir kısmı 22 yıldan sonra bile hâla tartışma konusu.

Yazımızı aşırı uzatmamak için bu tutarsızlıkların bir kısmına ve diğer detaylara bir sonraki yazımızda değinelim.

Allah’a emanet olun.

=====

*  Neo-con: Yeni muhafazakarlar: 1960’lardan beri ABD’de şahin politikaları savunan bir grup.  Cheney, Wolfowitz, Rumsfeld gibi isimler bu akıma mensuptur ve özellikle oğul Bush zamanında ABD politikasında çok etkili olmuşlardır.

 

Bir Yorum Yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.